27 Mayıs 2012






GÖRSELİN İLETİŞİMİ: İDEOLOJİ
[zihin Zihin’e Karşı ya da
“Medya Okur-Yazarlığı”na Filozofik Reddiye] [1]

Veysel Batmaz [2]


Kapsayıcı ve genel bir “görsel iletişim” tasarımı taslağının ana hatları biliş (zihin), işitsellik ve görsellik, ideoloji ve gerçekliğin birbirleriyle olan karşıtlığını ve etkileşimselliğini anlamakla oluşur. Buna tek tek, küçük harfle zihinleri anlamak diyelim.
 Her zaman merkezi ve kitlesel olarak üretilen, sadece gündelik imgelerin değil, sürekli bir akış içinde görkemin (ihtişamın), gücün ve gizemin (korkunun ve arzunun) iletişimi olarak görsel iletişim, temelinde felsefi-epistemolojik ikiliklerle inşa edilir. Buna da büyük harfle Zihin diyelim.[3]
Özetle, tümel ile tekili ayrımlaştırmak; “külli irade” ile “cüzzi iradeyi” tanımlamak; ideolojik olan ile pratik olanı anlamak ve hepsinden de önemlisi görünen ile görünmeyeni, batınî ile zahirîyi bilebilmek, görsel iletişimi anlamaktır.
Görsel iletişimin deşifrasyonu, arkasında varolanı, onun içindeki ideolojik olarak içkin olanı anlamak demek olan ve çok güncel bir tartışma alanı halinde iletişim disiplininde ders programlarına alınan “medya okur yazarlığı”, Paul Messaris’in “görsel okuryazarlık”[4] yaklaşımı aracılığı ile, “zihne karşı Zihin” [bilişe karşı Biliş] idrâki ile olabilir. Daha sonra, görsel okur yazarlık veya medyayı izleyenleri bilinçli bir medya tüketicisi yapmak amacıyla yapılandırılmış “medya okur yazarlığı” adıyla araçsallaşan ve medya politikalarında kullanılan güncel-gündelik yöntem tartışılabilir, eleştirilebilir.

Biliş ve İdeoloji

Biliş (zihin)[5] ile görsel/işitsellik (göz/kulak) arasındaki görünen bağ ile görünmeyen bağın ortak adı ideolojidir.[6]
İdeoloji[7] retinaya düşen ışık yansımasının sinir uçları ile beyine aktarılması sonucunda gerçekleşen fiziki görüntülerin nöro/sosyo-psikolojik algılanması ile başlayan, zihne akan bir iletişim bombardımanı olarak, hem kişiseldir, hem de toplumsal.
İdeoloji, hafıza (başta genetik hafıza, yani DNA kodları ve sonradan toplumsal edim hafızası), rasyo (akıl ve aklın zekaya dönüşen biçimi), libido veya eros gibi “verili” malzemelerle, beklentinin (istek ve iradenin) dolayımlarıyla insanın doğaya geldiği anda başlar.[8]
Bu görüş pozitivist Aydınlanmanın modernist epistemoloji görüşüdür, ancak gerçeklik olarak da dayanakları mevcuttur[9]: Aydınlanma ile birlikte,

“Dünya imajının bilgi edinme fiili yoluyla üretilmesini içeren kavramsal [ideoloji] model[i], epistemolojinin problemini de çözüme kavuşturmuştu. Öznenin bilgi edinme fiili ve insanî bilgilerin doğruluk değerleri için taşıdığı rolün ve önemin kavranılmasının ancak kognitif (bilişsel) imgenin orijinlerinin açığa kavuşturulması ile mümkün olabileceği umulmaktaydı.”[10]

İşitmek, İşaret ve Diğerleri

Bilişsel bir bilgi edinme modelinde, ideoloji oluşumunda, ses (işitme) ve işaret (görme) gibi temel bir iletişimsel birim ayırımı olmamasının temelinde, görsellik ile işitselliğin, görsellikte varolması, sadece “görsel olarak varolduğu” durum vardır. İdeoloji görsel bilişin bir sonucudur. Kutsal Kitaplarda, “duy” yerine “oku” denmesinin nedeni budur. Oysa, ister ses ile, isterse yazı ile olsun, Kutsal Kitaplar “duy” demek istemişler ve insanlara ses ile hitap edegelmişlerdir.[11] Bütün sesler zihinsel taramalarla metinsel veya görsel biçimlere doğru “idealize” edilmek durumundadır. Buna temsil diyoruz. Her sesin görüntü olarak bir temsili vardır.
Duyu organları ideolojinin duyma noktalarıdır. Beş duyumuzun ikisi, işitme ve görme, diğer üç tanesinin (dokunma, tat alma, koklama) ideolojisini inşa ederken, görselliğin/duymanın başat olduğu bir temel ile hareket eder. Demek ki, görmek / işitmek (sözün yazı ve grafiğe dönüşümü), ideoloji için temeldir. Zihin daha sonra dokunmayı, tatları ve koklamayı toplumsallaştırır; onların ideolojilerini yaratır.

Görmek +º İşitmek = [İdeoloji] º Tat + Temas + Koku[12]

Hayvan, görmez. Önce işitir, koklar, temas eder ve tadar.[13]
İnsan, görür. Sırasıyla, işitmesi, koklaması, temas ve tat duyusu; görmesinin ardından belirlenir. İnsan toplumu ile hayvan toplumu arasındaki fark, ideoloji ile ilgilidir, yani görseldir. İdeoloji herşeyden önce görsel ve belki sonra sesseldir. Görme/duyma duyusuna sahip olmayanların ideolojik yaklaşmalarının yapıları patalojik olarak nitelendirilir.
Mesele, görmenin ve işitmenin de ideolojik olup olmamasında yatar ki, Platon’dan bu yana felsefinin epistemolojik sorusu budur. Bir de vurgulanabilir ki, işitmek, ancak görmenin bütünleyicisidir. Sadece işitmekle ideoloji olamaz; duyduklarımız hep görsel olarak zihinde temsil edilir. Temsil edilemezlerse, biliş içinde işleme tabi tutulamazlar. “Beyin-yıkama”[14] seanslarının karanlık hücreleri, görsel duyuyu dumura uğratıcı işlemleri, işitselliğin sadece zihinsel değişimler için bir araç olabileceğini göstermektedir. Yani, “görsel iletişim ideolojinin üretilmesine eşittir” denklemi geçerlidir.

Görmek ve İşitmek

Görmek/işitmek iki düzeydedir: Duyu organları ile fiziksel; rasyo ve libidinal  (iştah) olarak psikolojik. Demek ki, maddi ve toplumsal/komünal. Görselliğin niyetli iletişimi de, bu çerçevenin kitlesel hale getirilmesi ve diğer toplumsal etkinlik düzeylerine (praxis = ekonomi, siyaset, grup dinamiği) yayılmasından ibarettir.
Ne demektir, “zihin zihne karşı?”
Basit: toplumun zihinlerden oluşan parçaçıl ideolojileri, bütünsel olarak yeniden parçaçıl zihinler yaratır. Görmek ve işitmek ise bu ideolojinin beş duyusal organizmasını da belirleyen ve sonra da, belirlenen bir işlev olarak nesnel dünyanın “ideal biçimini” oluşturur. Bu biçim, kırılmaya veya parçalara ayrılmaya başlandığında, yeniden bütünsellik arayışı oluşur. Bu devr-i daim sürekli, anlık ve süreli olarak uzar gider.
Bu işleyişin temel olarak kabulü ile genel bir görsellik iletişiminin günümüzdeki görsel okur-yazarlık kavramına getirebileceği eleştirilerin ve tanımlamaların teorik çerçevesi kurulur.
Görsel enformasyonun analojik düşünmenin temelinde olan işleyişi ile her görüldüğünde “yeni” zannedilen bir dünyanın oluşumunu sağlayan görsel iletişim veya görselin iletişimi, nasıl bir ideoloji yaratmaktadır? Sadece kendine özgü bir ideoloji yaratmakta mıdır?  Kişilerin soyutlama düzeyleri, analojik mantığın başat olduğu görsel metinlerin yoğun olarak tüketildiği bir çağda, günümüzde bulanıklaşan gerçeklik gibi, “toplumsal ideoloji” de, soyut ve bulanık gerçeklikler mi inşa etmektedir? İnşa etmekte midir? Gerçeklik inşa mı edilmektedir; inşa mı etmektedir?

Toplumun bireysel zihinlerden ve toplumsal görsellikten oluşan parçaçıl ideolojileri, bütünsel olarak yeniden parçaçıl zihinler/bireyler yaratır. Görmek ve işitmek, bu ideolojinin beş duyusal organizmasını da belirleyen ve sonra da belirlenen bir işlev olarak nesnel dünyanın “ideal”-ojik biçimini oluşturur. Bu biçim kırılmaya veya parçalara ayrılmaya başlandığında, yeniden bütünsellik arayışı başlar. İşte toplumsal ideolojinin temeli olan işlemin döngüselliği budur. Bu temel, insanoğlunun ilk yıllarından bu yana, somuttan, soyuta; düz görmekten (durağan resim-düzlem), kırılmalı görselliğe (derinlik, perspektif ve hareket paralaksı) mi dönüşmektedir? Eğer böyleyse, “dünyayı yorumlamaya değil de, onu değiştirmeye çalışanlara”, bu yeni zihinsel/idolojik aşama (görsel iletişimin ideolojik dünyası) ne gibi olanaklar ve kısıtlamalar sunmaktadır?
Pratik-politik (eylemsel ideoloji veya praxis) arayış, işte bu ekseni, bu sorularla sorgulamaktadır.

İdeoloji ve Görsellik[15]

Aşağıdaki denklemlerin her biri, gerçeklik ile düşüncenin arasındaki dolayımları belli birimlere indirgemenin basitleştirilmiş formülleri olarak hep tartışılagelmiştir. Bu birimleri (ideoloji, gerçeklik, duyu, zihin) tek tek ele almaktansa, onları toplumsal bağlamlarına oturtmak işlevi, bir istemden (talep) ziyade, irade (güçlü beklenti) olarak var olur. Herkes, her birey, gerçekliği en iyi algılama istemini, kendini en iyi konumlama iradesine dönüştürmek için uğraşır. Toplumsallık ise, bu iradenin zorunlu paylaşılması, eşitlenebilme ihtimali demektir. Bu da ancak, zihinlerin zihinlerle çarpışmasının yarattığı duyusal bir dünyanın ideal-oji yaratım biçimlerinde oluşur. İşte bu nedenledir ki, aşağıdaki denklemlerin hepsi aynıdır.

İdeoloji = gerçeklik + duyu + zihin
Gerçeklik = ideoloji + zihin + duyu
Zihin = gerçeklik + ideoloji + duyu
Duyu = gerçeklik+ zihin + ideoloji

Özne ve Olan (Varlık) ya da zihin vs. Zihin

Hegel’in metafizik idealizminden Feurbach’ın metafizik materyalizmine geçerken[16], başta Marx olmak üzere, eleştirilen veya üzerinde düşünülen en önemli konu, “düşüncenin (thougt) olan’dan (being = varlık)” üremesinin materyalist temellerinin sorgulanmasıydı. Hegel, düşünce’den olan’ın=varlığın yaratıldığını ve bu olan’ın (Geist) yüce bir belirlenimle kendi kendine geliştiğini (mükemmeleştiğini) söylüyordu. İdealistti.
Feurbach ise bunu, “olandan çıkan düşünce”[17] olarak değiştirmişti. Materyalist addediliyordu. Olan=Varlık, kimilerine göre materyalistti, kimilerine göre ise özneldi (Kantiyen bir aşkınlık ile, üstten belirlenendi). Düşünce ancak öznede oluşabilirdi. Olan=varlık, o zaman, eğer gerçekse=varlıksa, özneydi.[18] Bu her iki durum, öznenin gerçek olması ve gerçeğin olan=varlık olması, olan’ın özne olmasını gerektiriyordu. Yani, artık özne de, olan (varlık) da, aynıydı, kendisiydi. Oysa, özne ile nesne=olan=varlık iki ayrı “olan=varlık” idi.
İşte zihin ile Zihin, bu aşamada, belli bir karşılıklılık ile, eş olmaktaydı. Tek tek zihinler ancak Zihin’den oluşmaktadır. Buna, Tanrı, Giest, Mutlak Varlık, Cismanî Ruh, determinizm, ereksellik ya da sonsuzluk diyebiliriz.
Marx bu döngüyü, kısır döngü olmaktan uzaklaştırmaya çalışmış; metafizik bir anlatımı terk ederek, fizik bir anlatımla, her şeyi materyal (nesnel = maddi) hale dönüştürmüştü.[19]
Dönüştüremediğini ileri sürenler de var: Max Adler’in, yeni-Kantçılık[20] olarak adlandırılacak Marxism anlayışının izdüşümlerinden, belli oranlarda, hem sosyal-demokrat eylemsellik yeşerdi, hem de, dolaylı olarak, anti-Hegelci bir  post-modern kuram inşa edildi. Sosyal-demokrasi ile post-modern algılama aynı şeydir.
Mesele şuydu: Nesne (insan=varlık=olan) düşününce özne (ruh=idea=zihin) oluyordu. Oysa, Marx’ın materyalizmi, düşüncenin nesne tarafından [belki de üzerinden] “yaratıldığını” söylemekteydi. Nesne düşününce özne olursa, o zaman özne mi, nesne mi önceydi, öncüldü? Bu ikilik (tümellik-küllî) nasıl teklik (tekillik-cüzzî) haline dönüşecekti. Feurbach’ın tezi, düşüncenin varlık’tan ayrılamayacağı, düşüncenin varlığın bilinci olduğu şeklindeydi. Marx, ise bu temelde hareket etmesine karşın, bilinci, yanlış olduğu zaman, ideoloji olarak algılama eğilimindeydi; bunun doğrusu ise, toplumsal ilişkilerin yarattığı bilişti (kognisyondu).

İdeoloji ve Gerçeklik

İşte bu aşamada, “ideoloji, gerçeklik, zihin, duyu” birimlerinin tek tek, görsellik olarak ele almaya başlayabiliriz[21]:
Gerçekliğin ampirik anlatımı, metafizikçi diye suçlanan Berkeley’de somutlaşır: “arkamı döndüğümde artık elma yoktur.” Görmediğimi bilemem. Bilmediğim görmediğimdir.[22] Görmediğim yoktur.
Bu nedenle eğer gerçeklik varsa, o halde görseldir. Nesneler dünyasının ancak bir özne görürse var olabileceğini söylemek demek olan bu uç ampirisizm, sonul olarak post-modernist Kantien bir anti-Hegelcilik haline gelir. Bu yaklaşımın bir ucu Habermas’ın çarpıtılmış eylemin (distorted communication--yanlış ideolojinin) doğrusu olan iletişimsel eylemi ise, diğer ucu Baudrillard’ın “gerçeği gizleyen değil, gerçeğin olmadığını gizleyen olan” simulakrası ve simulasyonlardır[23].

Duyu, elde ettiğimiz nesne dünyasını (varlık=olan) zihine götürülmesini başlatan nesnedir. İçinde öznel olarak varolduğunu söyleyebileceğimiz tek şey, üst bir Varlık olabilir. Bu üst varlıksa, yanlışlayan, çarpıtan, olmadığını gizleyendir. Zihin, bilincin kabıdır. Ne doldurursan onu taşır. Dolan, ideoloji, görselliğin en problematik birimidir.

İdeoloji ve Yanlış Bilinç

Condillac’tan sonra metafiziği ret eden ve ruhsal bilimleri antropolojik ve psikolojik açıdan görmeye çalışanlara ideolog dendi. Günümüzde, kullandığımız anlamda “ideolog”, Napolyon’un kendisini diktatoryel-Sezarist olduğu için eleştiren filozoflar grubunu aşağılayıcı biçimde hakaret etmesi ile ilk kez kullanıldı.[24]
Bu anlamıyla, ideoloji, “gerçekte ne gerçektir” sorusuna politikacı tarafından verilen bir cevaptır: “Gerçekte eylemsellik (pratik) gerçektir, düşünce değil.” 19. yy’ın sonuna kadar ideoloji bu aşağılıyıcı anlamıyla, politik olan pratiğin (eylemselliğin) karşısında düşünsel olanın (ideolojinin) küçük görülmesi anlamında kullanıldı.[25]
Bu kullanım, günümüzde, sektörel (iş hayatıyla ilgili) olanla, akademik olan arasındaki ayırımın, iş dünyasından eleştirisine benzer: “çok akademik/teorik” dendiğinde, bu, politikacının 19. yy’da, “çok ideolojik” demesine benzer bir anlamdaşlığa bürünür.

“İdeoloji kelimesinin kullanımı, 19.yy’da, ideoloji olarak adlandırılan tüm düşüncelerin pratik karşısında başarısız kalıp, gerçekliğe ulaşmanın gerçek aracının eylemsellik olduğu ve bu eylemselliğe kıyasla genel olarak düşüncenin ya da belli bir düşünce biçiminin yetersiz kalacağına ilişkin bir yan anlam taşımaktaydı... Napolyon’dan Marxizme değin ideoloji kavramı tarihi, bu kavramın geçirdiği tüm içeriksel değişimlere karşın, bu anlamını hep muhafaza etmiştir. Napolyon’un sözlerinin daha o zamanlar nasıl bir ‘pragmatizm’ içerdiğini, yani, ‘pragmatizmin’ belli yaşamasal alanlarad modern insanın adeta doğal dünya görüşünün bir parçası olduğunu görmekteyiz.”[26]

19. yy’da yanlış eylem olan ideoloji daha sonra yanlış bilinç ile eşleşti. Burada, düşünceye ilişkin bir zihinsel etkinlik, politikacının eylemine karşı yararsız, zararlı veya beyhude düşünce olarak görülürken, artık, mutlak doğru düşüncenin (Tanrı, teori, amaç) karşısında yararsız, zararlı, çarpıtılmış ve manipülatif düşünce olarak temellenmişti. Manheim, yanlış bilinç olarak ideolojinin üç türünün olabileceğini söylüyor: Zamanın gerekli kıldığı normlara göre, zaman dışı, yanlış olan, geçmişte kalan veya fantazi olan normlar, yani, “dünyevi yaşamsal yönelimin mevcut varoluşsal aşamasında tutarlı yolun bulunamayacağı kategorilere uyduğunda ve onlarla düşündüğünde ve mevcut içsel ve dışsal varoluşu aydınlığa kavuşturmaktan ziyade gerçek anlamın üstünü örten düşünce biçimleri ve dünyayı yorumlama teknikleridir,”[27] yanlış bilinç. Etik olarak, “köhnemiş kuralların, kendimizi anlama çabası düzeyinde cereyan eden, mümkün olan kendisi veya dünya ile gerçek olan ilişkinin üstünü örten onları şeyleştirilmiş ya da idealize edilmelerinden ve hatta romantize edilmelerinden dolayı insan olmanın esaslı gerçekliklerinin ve deneyimlerinin sahte kılınmasına, kısacası insanoğlunun kendinden ve dünyadan kaçma ile ilgili tü tekniklerle yanlış buluşma biçimlerine çanak tutan”[28] ideoloji haline dönüşmesi ve üçüncü olarak “dünyaya yönelim  açısından, gerçekliğe yetişemeyen ve gerçekliğin üstünü köhneleşmiş kategorilerle örten, yani, düşüncedeki çağdaş varoluşun ötesine geçenle (ütopya), çağdaş varoluşa henüz yetişemeyen (ideoloji) ancak her iki durumda da varoluşun üstünü örten”[29] bilinç yanlıştır.

Bilinç ve Görsellik

Yanlış bilinç olarak ideoloji, Mannheim’ın sorunsalında bir yönetim ve yönelim tarzında, zamanı, etiği ve yönelim ve yönetmeyi çarpıklaştıran, saklayan veya üzerini örten bir kavramdır. Ya da, ideologçuluk olarak, pratiğe karşı anlamsız, uygulanamaz ve belki de metafizik bir zihin ürünüdür.
Daha önce de gördük ki, ideoloji, kognitif/zihinsel/bilişsel/bilinçsel olarak görseldir.
Yanlış bilinci görselin iletişimi olarak konumladığımızda, elde edeceğimiz ilk saptama, “görsel ideoloji”nin olmadığı, zaten görsel olandan başka ideoloji olmadığıdır.
Görünenlerin hepsi, ya pratiğin gereksizleştirdiği bir düşünselliğin sonucudur; ya da yanlış bilinçtir; özne nesne arasındaki epistemolojik alışverişin, ya Hegelvari, ya da Feurbachvari biçimdeki yorumlamalarının hangisine başvuruyorsak, her ikisinin de ortaya attığı ikili (düalist) ilişkisel bütünlüğün dışında, kapsayıcı ve düzeltici bir açıklama düzeyine gereksinimiz vardır.
Mannheim, ideolojinin üstesinden gelebilecek olanların, “serbestçe süzülen entelijiyansın”, “ütopik” önermeleri olabileceğini söylemekteydi.
Marx ise, ütopya yaratarak, “yabancılaşmaya” varan yanlış bilincin, Lukacs’ın “şeyleşme” dediğinin yok edilmesi biçiminde, proleter öznesi tarafından ancak toplumsal ilişkiler yumağının düğümlerini bir devrimle çözmek olabileceğini söylemektedir.

İdeoloji ve Değişim

“İdeoloji= duyu / doğa + gerçeklik + zihin” dediğimizde, yukarıdaki açıklamalarla, duyunun veya gerçekliğin sabit olduğunu varsayarsak; ideolojiyi değiştirmek için, değiştirilecek olanın biliş/zihin/kognisyon olduğu fikrine kapılabiliriz. Çünkü, bu denklem tarihin belli anında yanlış bilinç’in denklemidir. Bunu görsellik yaratır.
Duyu organlarını manipüle etmek olasıdır ya da duyularımızın duyarsızlaştığı durum ve anlar mevcuttur; bir de, gerçekliğin de gerçek olmayan simülasyon + çarpıtılmış komünikasyon olarak inşa edilmesinin mümkün kılındığını düşünürsek, o zaman zihin de değiştirilebilir olduğu için, değiştirilecek olan her üçüdür diyebiliriz. Nasıl? Bu önerme doğru mu?

İmgeler ve İdeoloji

Genel kanı, imgelerin retinaya düştükten sonra zihinsel bir işleme tabi tutulmasının genel bağlamının güç ilişkileri ve ideoloji olduğu fikridir. Bu genel kanı, Marx’ın genel kanısıdır ama zikredilmez.[30] “İdeoloji, kişisel özgürlük, ilerleme, ev ve ailenin önemi ve vazgeçilmezliği gibi belli bazı değerlerin doğal ve kaçanılmaz olduğu inancının aracıdır... Örneğin, imge kültürü, çeşitli ve çelişkili bir ideolojiler yumağı olarak, reklamcılıkla güzelliğin; televizyonla milliyetçiliğin, tanımı ve belli bir yönde pekiştirilmesi için işlev görürler.”[31] İmgeler, retinaya bir temsiliyet (ideolojik veya doğrudanlık) çerçevesi ile yansır.

Temsil ve Görsellik

Görsel iletişimin ideolojik yapısı açısından en sorunlu alan temsiliyettir.
Dünyaya bakışımızı dil (ses + yazı) ve imge (görsellik) aracılığı ile temsiliyetler olarak sunarız.[32] Temsiliyet, anlamlandırma dediğimiz aslında şu ana kadar hep ideoloji ve/veya yanlış bilinç olarak tanımladığımız sonuca varır: Anlamlandırma daha çok içeriksel/görülmeyenle ilgili (mazruf) bir işlem olduğundan, görsel iletişimin amacının, anlamdan bir önceki aşama olan etki aşamasında duraklatmamız gerekiyor. Çünkü anlam, ayrıca başka düzeylerde kognitif bir edimselliktir ve etki (istek ve irade) olmadan, ortaya çıkamaz. Bu nedenle anlam Zihindir; gördüğümüz ise zihin.
Görsellik, mimesis (taklit[33]), yansıma veya temsil olarak zihnimize geçer.
İdeolojiden önce, ya taklit, ya yansıma ya da temsil etme (edilme) biçimlerinden biri veya bir kaçının sırasıyla veya aynı anda oluşması ile, retinaya yansıyam imge (görsel birim) zihnimize rapt olunur. Hemen ideolojik bir yapıya kavuşur. Ret veya kabul edilir. Kayıtsızlık durumunda ise, etki yoktur. İletişim alanında yapılan “etki” (communication effects) araştırmalarının gözardı ettiği bir durumdur bu. Bu araştırmalar kayıtsızlığı (o anda varolup ilgili olmayışı) da etki sayar. Oysa ya iletişim vardır, ya da gürültü. Kayıtsızlık veya iletişimsizlik yoktur.
Bu noktada özne ve olan (varlık-nesne) ile ilişkisel epistemoloji başlamaktadır.
Özne, Kant’ın “aşkın” ve “a priori” kategorileri gibi bir referansla mı, yoksa, kendinin ve toplumsal ilişkiler çerçevesinde kendi kendine, Marx ve Mannheim’da varolduğu gibi, yarattığı düşünce biçimlerinin (ideoloji ve ütopya) nirengi noktalarına göre mi işlem yapacaktır? Burada sıradan cevap, “her ikisinin de ‘karşılıklı ilişkiselliği’ vardır” olacaktır. Belki de, en fazla, Althuseryan anlamda bir üstbelirlenime başvurulabilir. Oysa, toplumsal ilişkilerin tarih yükü içinde, bir başka üst, mutlak ve sonsuz “a priori” zihin üstü kategoriye başvurmak Platonik bir açıklamadır ve sorunun cevabını yüzeyselliğe indirerek, metafizikten kurtaramaz.
O halde, temsiliyet, özne Özne (zihin Zihin) arasında ve toplumsal ilişkiler bağında (düğümünde[34]) imgelem içinde ve somut koşulların verdiği ideolojik yapının içinde söz konusudur.
İşte baştan bu yana belirlemeye çalıştığımın özeti: zihin Zihine karşı Zihinden ve zihinlerle hareket eder.[35]
Temsiliyet aslında ya mimesis ya da yansımadır. Doğrudandır. Yani, temsil fiziktir; doğadır, duyudur. İmgeleme (önceki hafıza veya biliş) sadece düğümlüdür.
Foucault’nun yanıldığı nokta da tam burasıdır.
Gerçeküstücü Rene Magritte’nin İmgelerin İhaneti resmini yorumlarken bu bariz olguyu, kişisel zihinin sadece kendisiyle (Magritte ile) ilgili olarak yorumlamasının tuzağına düşüyor.



Üzerinde bir pipo bulunan ve altında “bu bir pipo değildir” yazan bu resmi incelediği kısa yazısında[36] Foucault, temsil edilenle, gerçeğin aynı olmadığını, bu resmin ve soru'nun yeterince açık olarak anlattığını söylüyor. “Bu nedir?” sorusuna verilen cevap doğal ki, Magritte’nin bizzat resmin üzerine yazdığı/çizdiği cevap olacaktır, çünkü “bu bir resimdir.”
Oysa, zihne karşı Zihin ilişkisinde, sorulması gereken soru, “bu nedir” değildir. Asıl soru, “bu neyin resmidir?” sorusudur. Burada birinci zihin bu resme bakandır, ikincisi ise, “bu nedir” sorusunu soran Zihin'dir. Eğer bir zihin, bu resmi göstererek, sadece “bu nedir” sorusunu sormuşsa, zaten karşısındaki Zihin tarafından belirlenmiş ve onun tuzağına düşmüştür. Bu ideolojidir. Çünkü, zihin, sorunun ve gösterilenin içeriğine/düz/üst anlamına bakarak belirlenir; cevabın ne olduğuna veya olması gerektiği ile ilgilenmez. Zihin ise cevapla ilgilidir. Bu iki olgu, zihin ve Zihin, temsiliyetin imgeleme tutsak olduğu gerçeğini bize apaçık belirtir. Temsiliyet, burada pipo değil, resim –olanın olmadığı şekli ile- olandır. Piponun resmidir. Demek ki, bu resme bakan için bu resimde temsil edilen zaten pipo değildir; piponun resmidir. Bu resmi yapan ressam için temsil edilen ise pipodur.
Gerçeklikle temsiliyetin örtüşmesini önleyen şeye işte Mannheim’ın izinden giderek “yanlış bilinç” diyoruz. Foucault da, soruyu sormayı belirleyerek, yanlış bir bilinçlilikle bakmıştır bu “tuzağa” ve içine düşmüştür.
 “İktidar her yerdedir” demenin bir başka çeşididir bu; “iktidar nerededir?” sorusunun cevabıdır. Zaten iktidar her yerdedir. Çünkü, iktidar ancak temsiliyet ile anlaşılır: polis olarak, Başbakan olarak, Baba olarak, gardiyan olarak, oba reisi, komutan olarak, profesör olarak, vs. Ama yukarıdaki gibi bir vurgu ile, “iktidar kimindir veya kimdir?” diye sormanın cevabı, polisin, Başbakanın, gardiyanın, Babanın, vs. demek midir? Klanın, Dinin, Sermayenindir, demek midir? İktidar her yerdedir, zihinlerdedir ama o tek bir Zihindir. İktidar nerededir sorusunu sorduran Zihindir. “İktidar” bir eylem ve özne ile gerçekleşen somutluktur; görsel olduğu kadar ideolojidir. Oysa, günlük yaşamda tüketim (ekonomi), üretim (eros) ve yasal durum (nomos) bize “apaçık” görünmez, ya da yanlış, çarpıtılmış olarak görünür. Bu nedenle de iktidarı Zihin olarak değil, zihin olarak “biliş”me düzeyine getiririz.
Modernitenin gündelik işlevselliğini (binaların görselliğini ve konumlarını, mekanın kullanımını, teknolojik üretim kolaylıklarını ve emek gücünün verimliliğinin artması için geliştirilen yönetimsel ve araçsal ilerlemeleri) iktidar ilişkisinin temsiliyeti olarak almak, ideolojiyi de sadece zihinlerin kategorisi haline getirmekle mümkündür. Bir mimar olan David Harvey’in içine düştüğü, mekansal görselliğin de tuzağı işte bu “post-modern durumdur.”[37] Soru burada da görselliğin iktidar ile temsiliyet ilişkisi değil; görselliğin zaten ideoloji oluşudur; somut, anlaşılır, doğrudan ve iktidarsız. İktidar tümelin ve sınıflarındır.[38] Özne olan onlardır. Nesne olan ise zihin ve onun gördüğüdür.

Görsel Okur-yazarlık ve İdeoloji

Şimdi biraz da “göksel” olandan-idealden, pratiğe ve günümüzdeki ideolojinin üstünü örtmeye yaramaktan başka bir işe yaramayan araçsal yöntemlere inelim.
Görsellik ideolojinin tamamı ise, okur-yazarı var mıdır? Ya da, eğer roman bizsek veya etrafımızdaki her şeyse (televizyonsa[39]), onu dışarıdan okumaya gerek var mı?
Zihinlerin parçalarından oluşan, zihinleri parça parça dağıtmakla ancak anlaşılabilen bir dünyanın, içine düşen duyusal zihin[40], nasıl bir görsellikle veya ideoloji deşifrasyonu ile iş ve işlem yapabilir? İdeolojiyi yanlış bilinçten kurtarıp değiştirecek özne bulunabilir mi? Eğer her şeyi “insan” inşa ediyorsa[41], bu yapıyı neden ve nasıl parçalayabilir? Nasıl parçalayabilir? Nasıl daha “iyi” ideolojiye, anlama varabilir? Gerek var mı? Bu tür “görsel okur yazarlığın” kalkış sorularının cevabını Paul Messaris’in izinden aramaya çalışacağız; yukarıda sunduğum epistemolojik ve bilişsel çerçeveden bakarak:

Dedik ki, ideoloji duyusal olarak üç aşamadadır:

Nesne ve özneleri görmek.
Sesi işiterek yazıyı deşifre etmek.
Zihni kullanarak hafıza havuzu ile gerçeklikle (imgelemle) ilişkiyi yanlış kurmak.

            Eğer ideoloji yanlış bilinçse, görüntü de yanlıştır, çünkü ideoloji ile inşa edilir. Ancak, “her gördüğüne inanma, gerçeği-hakikâti temsil etmeyebilir” demek de ideolojidir.

            Bu özetten sonra Paul Messaris’in görsel okur yazarlık için şu dört değişik argümana verdiği cevapları inceleyelim:

(1)   Görsel medyayı kavramak için görsel okur-yazarlık şarttır.
(2)   Görsel okur-yazarlık genel bilişsel (zihinsel/kognitif) [olumlu] sonuçlar/yeni yetiler yaratır.
(3)   Görsel okur-yazarlık görsel manipülasyonun farkına varılmasını sağlar.
(4)   Görsel okur-yazarlık estetik bir bakış açısı kazandırarak, kişiyi güzele ve yararlıya doğru bilinçlendirir.[42]

Bu dört tartışma alanı da, kolaylıkla görüldüğü gibi bu makalede tartışılan “ideoloji-duyu-gerçeklik-zihin” denklemlerinin sırasını ve oluşum aşamalarını kapsamaktadır. Ancak, ideolojiyi tanımlamanın burada önemi büyüktür. İdeoloji görsel bir yanlış bilinçse, bu tartışmalara verilecek cevaplar değişir.

İlkönce bu tartışmalara Messaris’in cevaplarını özetliyorum:

(1)    Görselin görülmesi, diğer okur-yazarlıklar gibi bir dolayım (kodlanmış bir sistem) ile olmamaktadır. Duyu organımız açıksa, bu neredeyse kendiliğinden olur ve bu nedenle görsel medyayı kavramak diye, onu öğrenerek deşifre etmek etkinliği, bir ön hazırlıktan çok, zihinsel yetilerin ve o yetileri sarmalamış-düğümlemiş olan ideolojik yapının derecesine ve niteliğine bağladır. Bu nedenle görsel okur-yazarlık, bu anlamda olmayacak birşeydir.

(2)      Görsel okur-yazarlığın, görmenin (anlamlandırmanın, öğrenmenin) dışındaki bilişsel yeni yetiler kazandırması yerine varolanları pekiştirdiği bir gerçektir. Hem teori, hem de araştırmalar, imge ve resimlerle okur-yazarlık düzeyinde deneyim kazananlarda, gerçek-hayattaki mekansal zekanın yerine, daha sanal bazı yeti ve zekaların kazanıldığını desteklememektedir.


(3)       Görsel okur-yazarlığın, görsel manipülasyonun farkına varılmasına yol açıcı bir bulguya rastlanılmamaktadır. Tersine, görsel manipülasyonun farkına varılması veya artistik-estetik bir dekodlama biçimi, imgelerin, resmin veya filmin “heyecanlı büyüsünü yok edeceğinden” eğer görsellik izleniyorsa, zaten bu manipülasyona girilmiş veya estetik değeri anlaşılmış demektir ki, ayrıca öğretilmesi beyhude veya olanaksızdır.

Messaris’in, görsel okur-yazarlık ile giriştiği tartışmanın özeti, gündelik veya formel eğitim veya toplumsallaşma süreçleri dışında, imgelerin veya görselliğin “öğrenilmesi”, zaten kendi içinde sistematik bir kodlama sistemine sahip olmaksızın, istek veya irade veya kendiliğinden “görülen” bu dünyanın bir dili olmayışının sonucunda oluşan bir olanaksızlıkla sakattır.[43]
Demek ki, görselin öğretilmesi, onun için okur-yazar kılınılması, beyhude olduğu kadar, ayrı bir ideolojik zorbalığın, sanki görsel zaten “ideoloji” değilmişçesine, uygulanmasıdır.

Sonuç

Sonuç olarak, Messaris’in bu ufuk açıcı yaklaşımını, daha önceki bölümde alıntıladığım tartışma noktaları ile bağlamak gerekmiyor. Çünkü durum apaçık. Görünen ideolojidir; görüneni ayrıca deşifre etmek de, onun üstündeki ideolojik peçeyi çıkartmak değil, peçeyi görünmez kılmaktır.
Messaris, gündelik olarak görsel okur-yazarlığın veya görselin öğrenilmesinin diğer bilgi alanların öğrenilmesi ile yapılabileceği ayrıca bir “eğitim alanı” olamayacağını söylüyor. Bu, kısacası, yine, görselin ideoloji olması demektir ve bu yanlış bilincin, Mannheim’ın önerdiği gibi (sınıfa ve iktidara ait olmayan) “serbestçe süzülen bir entelejiyansın” aracılığı ile ütopik hale getirilerek aşılması gibi çok daha uygun olarak yapılabilir; ki yapılamamaktadır. O zaman da doğru okuma, Marx’ın yanlış bilinci aşan proleter öznesinin işidir. Zihinlere karşı zihinler yaratmak, görselin dekodlanmasından çok, istek ve iradenin değiştirilmesi demektir. Bu da, görsel okur-yazarlık yerine, ideolojik mücadele ile olur. Yani, bir pipo resmine, “bu bir pipo değildir” demek yerine, “bu bir pipo resmidir” demektir.
Görselin iletişimi veya ideolojinin iletişimi aynı şeydir. İdeolojik mücadele ise, görselin ideolojik olarak yeniden yorumlanması (totolojik olarak görsel okur yazarlık—medya okur yazarlığı) değil, onun zihinlerde değiştirilmesi, Zihnin başaşağı görüntüsününün değişmesi, tersine duran dünyayı ayakları üstüne getirmek, yani devrim demektir.




[1] Bu metin, Ali Şimşek’in koordinasyonunda İstanbul Bilgi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü ve Karşı Sanat tarafından 22-23 Mayıs 2009’da düzenlenen “1. Görsel İdeoloji” Sempozyumunda sunuldu.

[2] İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü Araştırma Yöntemleri ABD Başkanı

[3] Bu metinde, küçük harfle zihin’ler, görselliğin izleyicisi; büyük harfle Zihin’ler ise üreticisidir.

[4] Paul Messaris, Visual Literacy: Image, Mind, and Reality, Westview Press, 1994 ve Paul Messaris, Visual Persuasion: The Role of Images in Advertising, Sage Pub., Los Angales, 1996

[5] Zihin (biliş) ile bilinç’in eşliği veya farkı için bkz: Adam Zeman, Bilinç: Kullanım Kılavuzu, Çev: Gürol Konca, Metis Yay., 2006.

Bilinç: Kullanım Kılavuzu, kitabı bu makale için de önemli: "bilinç" terimi farklı anlamlarda kulanılıyor... sinir sistemi ile beynin anatomik yapısından türeyen [bilinç’in] .... sinirbilimin şaşırtıcı bulgularına [baktığımızda,] insanın farkındalık halinin temelinde yattığı düşünülen iki alandan kaynak[landığını görüyoruz]: Uyku-uyanma bilimi ile görme bilimi. .... epilepsi, körgörü, halüsinasyonlar gibi çeşitli bozukluklar..., bilincin işleyişinin kavra[n]masına imkân tanıyan vaka[lar, gösteriyor ki] .... İnsan bilincinin evrimi, insan kültürünün evrimiyle birlikte oluşuyor... bilinç kuramları, bilincin nasıl olup da “deneyim” üretebildiğiyle ilgili felsefi tartışmalar,” (arka kapak, tanıtım yazısından), bilinç (soyut-ideal) ile bilişin (somut-operasyonel) eş-yanyana olduğunu ve ama birbirini içerdiğini (kap ve su gibi) gösteriyor. Kap (biliş) ve su (bilinçi) olan kişi ancak içebiliyor (görebiliyor). Doğrudan ağzıyla içen kişi (musluktan veya nehirden veya memeden) kişi ise, sadece alıyor; görmüyor... Bu makalede, Marx’ın ideolojiye atfettiği “yanlış bilinç” kavramı da bu oluşum bakımından inceleniyor.

[6] Örneğin, kültürleşme diye Türkçeye çevrilen ve Almanca bile anlamını kavramanın güç olduğu Humbolt felsefesinin temel kavramı olan “bildung” kavramını, ideoloji olarak da çevirmek mümkündür.

[7] İdeoloji, bu makalede Karl Mannheim’ın tanımıyla kullanılmaktadır. İdealize edilen her “şey” yanlış bilinçtir. Karl Mannheim, İdeoloji ve Ütopya, Çev: Mehmet Okyayuz, Deki Yay., 2008

[8] Bu anlamda insanoğlu bir tabula rasa değildir.

[9] Freud, tam da pozitivizmi haklı çıkarırcasına şu gözlemi yapıyor: “İnsanlar hakikatten çok kesinliğe, emin sarsılmaz, durağan bir nesneler düzenine sahip olmak istiyor. Hakikati değil, kesinliği, güvenliği, sarsılmazlığın gücünü verin bize...[diye bağırıyorlar]” (Bkz: Walter Benjamin’den aktaran Ulus Baker, “Bilimsel Kuşkudan Bilimden Kuşkuya Doğru,” Cogito, Kış-Bahar, 1996.)

Bu isteğe karşın, egemenler insanlara hep korku ve endişeyi, güvensizliği, belirsizliği ve uhreviyeti, kutsallığı, yani, ideolojiyi göstermişlerdir. Mimari ile, metinsellikle, ritüellerle, ... Kesinliğin, güvenliğin, sarsılmazlığın gücünün sadece hakikatte olduğu yanlış savı ile nesnelerin görünmeyen yüzünü değil, tersine çevrilmiş dünyayı göstermişlerdir. İşte bu tersinelik, bilimi doğuran en önemli güdüdür.

[10] Karl Mannheim, s: 37.

[11] Kutsal Kitapların orijinal dilleri dışında okunmasının “günah” veya yasak olmasının ardında yatan da, görselliğin ve okumanın işitsellikten daha fazla uyarıcı olmasında yatar. Yine, özelikle ilk orta dönem Katolik kilise ve katedrallerinin içindeki Biblikal ikonlar, resimler, gravürler, kuşku uyandırması olanaksız denetim altındaki görselliğin zarasızlığını vurgular.Yahudilikte ve Müslümanlıkta gerçeğe uyan prespektifli resim’in (sûretin) yasak olması da, görselliğin küçük zihinlere bırakılamayacak kadar tehlikeli olması düşüncesinden kaynaklanır. Ancak merkezi ve kitlesel üretim ile imge endüstrisi (televizyon) artık bu endişeleri tersine çevirmiştir. Konumuz olan medya okur-yazarlığı da, işte bu bağlamda kendine meşru ama yanlış bir zemin bulur.

[12] “― Birçok güzel şeylerin, birçok iyi şeylerin, birçok daha başka şeylerin varlığını kabul ediyor, dilde de bunları birbirlerinden ayırt ediyoruz. Kendiliğinden güzel, kendiliğinden iyi olan da vardır, diyoruz. Daha başka dediğimiz birçok şeylerden her birinin de değişmez bir tek varlığı, ideası olduğunu kabul ediyoruz. Sonra, birçok şeyler görülür, kavranamaz. İdealarsa kavranır, görünmez. Görünen şeyleri, hangi gücümüzle görürüz?
....
―Görme gücümüzle.
― Sesleri, duyma gücümüzle, daha başka nesneleri de, daha başka duygularımızla.
― Şüphesiz.
― Herhalde fark etmişsinizdir ki, duyularımızı yapan usta, görme ve görülmeye, ötekilerden daha çok emek vermiş.
― Hiç düşünmemiştim bunu.
― Düşün öyleyse: Ses ve duyma, duymak ve duyurmak için bir başka şeyi gerektirir mi? Öyle bir şey ki, onsuz biri duymaz, öteki duyulmaz olsun.
― Hayır, böyle bir şeyi gereksinmezler.
....
― Şunu da bilirsin ki, bu adamlar [geometriciler] görünen şekilleri ele alıp bunlar üzerinde fikir yürütürken asıl düşündükleri bu şekiller değil, bunların benzediği başka şekillerdir. Asıl düşündükleri soyut dörtgen, soyut köşegendir, kendi çizdikleri köşegenler değil. Kendi çizdikleri şekilleri –ki yalnızca bunların da gölgeleri ve suda görüntüleri vardır– birer yansı olarak kullanırız, yalnız düşüncenin görebildiği üstün şekillere varırlar.
― Doğru.
― İşte kavramlar bölümü derken bunları anlıyordum. Düşünce bunları ararken, ilkeye gitmeden varsayımlar kullanmak zorundadır; çünkü, varsayımların üstüne yükselemez. Öbür bölümdeki gölgeleri doğuran nesneleri birer yansı olarak ele alır. Bunları gölgelerden daha ışıklı,daha değerli sayarlar.
― Anlıyorum. Geometride ve ona benzer bilimlerde yapılanı söylemek istiyorsun.
― Şimdi kavramlar çizgisinin ikinci bölümüne gelelim. Burada aklın kendiliğinden dialektika gücüyle kavradığı şeyler vardır. Burada akıl, varsayımları birer ilke diye değil, sadece varsayım olarak, birer basamak, dayanak olarak alır. Bütün varsayımların üstündeki bütünün ilkesine yükselir. Bu ilkeye yükselince, ondan çıkan bütün sonuçlara dayanarak varacağı son yere varır. Bu arada görülen, duyulan hiçbir şeye başvurmaz. Kavramdan kavrama geçerek, sonunda gene bir kavrama varır.
― Anlıyorum, ama pek o kadar da değil. Çünkü, bu sözünü ettiğin araştırma pek kolay bir iş olmasa gerek. Bana öyle geliyor ki, senin ortaya koymak istediğin şu: Dialektika yoluyla ulaşılan varlık ve kavram bilgisi, varsayımlara dayanan bilimler yoluyla elde edilen bilgiden daha açıktır. Şüphesiz bilim konularını inceleyenler, duyularını değil, düşüncelerini kullanmak zorundadırlar. Ama onları ilkeye çıkmadan varsayımlara dayanarak inceledikleri için, sence ancak bir ilkeyle anlaşılabilecek olan bu nesneleri anlayamazlar. Anladığıma göre sen, geometri ve ona benzer bilimlere kavrama değil, çıkarma bilgi diyorsun. Çünkü çıkarma bilgi, sanıyla kavrama bilgi arasında ortalama bir şeydir.
― Çok iyi anlamışsın. Şimdi bizim çizgi üzerinde yaptığımız dört bölüme, dört türlü düşünüş yolunu uygula. En yüksek bölüme “kavrayış” diyelim, ikincisine “çıkarış” üçüncüsüne “inanç!”, dördüncüsüne de “sanı”. Sonra bunları aydınlık derecesine göre sıralayalım. Bunu yaparken de, bir şeyin gerçeğe ne kadar yakın olursa o kadar aydınlık olacağını unutmayalım. ...” (Platon, Devlet, Çev: Sabahattin Eyüboğlu-M. Ali Cimcoz, İş Bankası Kültür Yayınları, 2. Basım, 2000, ss. 175-182, 504a - 511e arası)

[13] Burada karşı görüş olarak, bazı hayvanların, kuşlar veya balıklar gibi görme yetileri ile avlandıkları ileri sürülebilir; ancak bu hayvanlarda takip etme ve hedefleme yeteneği, görsel hafızaları ile yapılsa da, bir bütün olarak duyu organlarının işitme ile (ses dalgaları ile) harekete geçtiği zoolojik bir bulgudur. Köpeklerin renk körü olması; atların dairesel ve geniş açılı, balıkların tek yönlü, kuşların yan görmelerine karşılık, insan perspektifi tam açılı görür; daha doğrusu omuzlarına kadar her yeri net odaklı görür. İnsanlardaki görme yetisinin beyin işlevleri ile ilgili esnekliğine örnek, Glasgow Üniversitesi (Centre for Cognitive Neuroimaging) ve Max Planck Enstitüsü’nden Dr. Lars Muckli’nin beyninin yarısının gelişmemiş olan bir kız çocuğunun sadece tek gözüyle iki gözü varmış gibi gördüğünü bulması ile yeni bir boyut kazanmıştır. (Kaynak: http://news.bbc.co.uk/2/hi/8159631.stm ) Özetle, Platon’un da vurguladığı gibi, görsellik ve görme, insan beyninin toplumsal olarak işleyebilmesi için ilk duyusal işleyiş mekanizmasıdır. İnsanlarda görme yetisinin temel olmasını, görme engellilerin başka duyu organlarındaki gelişmelerle de açıklamak mümkün. Örneğin tad veya koku alma duyusu gelişmemiş bir kişinin bunun yerine görme duyusu gelişmiyor olmasına karşın, görme yetisi engelli olan bir kişinin diğer duyu organlarının birinin veya bir kaçının gelişmesi, insan beyni işlevselliği (zihin-biliş) açısından görmenin ikame edilmesi zorunluluğunu gösteriyor.

[14] Beyin yıkama ve ideoloji kontrolünde genellikle şu teknikler kullanılmaktadır: 1) Telkin ve telkine yatkınlık. Gerek hipnoz, gerekse tekrarlayan ritüeller uygulanır. Hemen hemen tüm tarikatlar ve kültler bu teknikleri kullanır. 2) Mevcut tüm psikolojik akardengeyi yıkma. Var olan inanç ve bilinç yapısı sarsılır ve kişi kendi oluşturduğu psikolojik savunma mekanizmalarından mahrum kalarak, yeni bir travmaya ve telkine açık hale gelir. 3) Egoyu zayıflatma. 4) Cinsellik. Pek çok tarikat ve kült cinselliği, libidoyu had safhada kullanarak insandaki haz-ödüllendirme mekanizmalarını harekete geçirir. Bu sırada bazı ilaçların (Ekstazi, MDA vb.) etkilerinden de yararlanılır. 5) Gizemcilik ve üstün güçlere ulaşma. Gizemcilik, parapsikoloji ve mistisizm hemen hemen her tarikatın ve kültün temel parametre olarak kullandığı unsurdur. Bu yeteneklere ulaşma konusunda bazen ilaçlar veya başka psikolojik teknikler de kullanılır (vecd, meditasyon vb.). 6) Eşikaltı algının ve kollektif bilinç dışının, arketipal öğelerin çok sistemli kullanılması. Burada ses, müzik, görüntü, duyma veya görme eşiğinin dışındaki stimülan etkiler, fikirler, film görüntüleri, klişeleşmiş yapılar ve moda gibi unsurlar kullanılmaktadır. 7) Kimyasal maddelerle beynin normal akardengesinin (hemostasis) yıkılması ve yepyeni bir yapı kurulması. (Kaynak: http://www.ufonet.be/PARAPSIKOLOJI/zihinkontrolu.html ) Ayrıca, ayrıntılı bilgi için Bkz: M. Ali Kirman, “Beyin Yıkama Teorileri”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı: 1, ss: 107-132, 2004, elektronik erişim için: http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/37/728/9236.pdf

[15] “Eğer yaşlı bir kimse gencin sahip olduğu bir göze sahip olsaydı, gencin görmesi gibi görürdü.” Aristotales’ten (De Anima) aktaran İbn-i Rüşt. Kaynak: İbn-i Rüşt, Tutarsızlığın Tutarsızlığı, Çev: Kemal Işık-Mehmet Dağ, Samsun, 1986, s: 310. Bu kaynağı aktaran: Işıl Bayar Bravo, İbn-i Rüşt’ün Epistemolojisi, SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, Aralık, 2008 Sayı: 18, ss: 164.

[16] Franz Jakubowski, Ideology and Superstructure In Historical Metarialism, Allison and Busby, 1976, s: 23.

[17] A.g.y., s: 24

[18] A.g.y., s: 19

[19] Marx’ta bilim, görünmeyeni görmektir (o vulgarize edilmiş ünlü cümlede olduğu gibi: “taşa baktığımızda atom’u görseydik, bilime gerek yoktu.”), ideoloji ise görüneni görmemek, göstermemektir. Lenin, ideolojiyi sınıf bilinci haline getirerek, Gramsci’nin modern hükümdarı Parti’yi, ideoloji ile yükler.

[20] Bu konuda, konumuzla doğrudan değil ama arka plan olarak ilgili bir okuma için bkz: Kojin Karatani, Transkritik-Kant ve Marx, Çev: Erkan Ünal, Metis Yay., 2009

[21] Başlamadan önce kısıtlı bir siyaset felsefesi seyahati yapalım:  Descartes’in “düşünüyorum, o halde varım” önermesini ayakları üzerine dikelim: Varım (görüyorum, duyuyorum, dokunuyorum, tadına varıyorum, kokusunu alıyorum), o halde düşünüyorum. Burada, “var” ile “olmak” arasındaki süreci de toplumsallaşma olarak algılayabiliriz. Görsellik (görülebilen) açısından, Habermas, eylemi siyasetin ilk hareketçisi olarak ortaya koyuyordu. Görebildiğimiz ancak eylemdir/edimdir. Habermas’ın formülünde, kamusal olan ile siyasal eylem, iletişimsel eylemde varolabilmekle ve bu varolanın iktidar ile ilişkili olarak çarpıtılmış iletişim (ideoloji) biçiminden çıkartılarak, karşılıklılık ve öznellerarası (intersubjective) dialogsal mübadele (eşitlenme ile) düzeltilerek kamusallaştığı sürece “doğru”-(çıkarsal olmayan) akıl (ortak iyi) haline geliyordu. Bu durumu biraz da zorlama ile İbn-i Haldun’a götürenler de var (Örneğin Bkz: Ulus Baker, Yüzeybilim Fragmanları, Birikim Yayınları, 2010). İbn-i Haldun, siyaset içinde olanı tanımlarken kamusal olan, yani “görünür olan” iktidar ilişkisinin karşısına, görünür olmayan, asabiye-ideolojiyi, cismanî ruh’u koyuyordu. “Bedevi toplumlarda içsel, neredeyse görünür olmayan bağlarla bağlı oldukları bir kan duyumu söz konusudur. İbn-i Haldun’a göre böyle toplumları birbirlerine ne tür ilişkilerin bağladığını görmek neredeyse imkansız hal alır. Bilim’in görevi, işte bu görünür olmayanları, asabiye’leri, yoğunluklarından kavrayarak görünür hale getirmektir.” (Ulus Baker, s: 141) Oysa, yine Ulus Baker’in aynı sayfada belirttiği gibi, görünürü görmek, ideoloji açısından Hükümdar’ın mimarisi, imajı ve belleğinin ortaya serdiği açıklıkta, ortalıkta yer alır. Yani, ideolojiyi kavramak için bilime gerek yoktur. Görmek yeterlidir, ya da Spinoza’ya göre olduğu gibi, “fizik dünya, Tanrı’nın gözüyle olmazsa hiç yoktur.” (Ulus Baker, s: 119). Yani, “ideoloji”, “Zihin” ve Tanrı yoksa dünya yoktur. Oysa, Sartre meseleyi tümel olarak çözmüştür: varlık özden önce gelir. Varım o halde düşünmeliyim ve eylemeliyim. Kartezyen felsefedeki beden ve ruh ikiliği üzerine eklenen bir sonuçtur Sartre’ınki, görünür olan beden ile başlar, görünmeyen erek (ruh), düşünceden geçerek eyleme, praxis’e ulaşır.

[22] Marshall McLuhan, Gutenberg Galaksisi, (Yapı Kredi Yay. 2000) kitabında, yazının ancak görülerek işitildiğini, okuma-yazması kıt ve başlangıçta olanların bu nedenle sesli okuduğunu söyler. Bu görme işlevinin el yazmasından tipografiye doğru geçişte yeni bir algılama (zihin) yarattığını ve anlamayı azalttığını vurgulamaktadır. Bu nedenle, aslında okuma-yazma (literacy) de bir görmedir. Böylece, “visual literacy” (görsel-okur yazarlık) aslında boş bir kavramdır. Paul Messaris, okur-yazarlığın sadece yazıya (harf-tipografi) uygulanabileceğini; her türlü iletişimsel yetiye de okur-yazarlık işlemi açısından bakılmasını garip ve yanlış bulmaktadır. Bu nedenle, görsel okur-yazarlık terimini yanlış bulsa da kullanmasına karşın, matematik okur-yazarlığı, bilgisayar okur-yazarlığı, medya okur-yazarlığı kavramının, görselliğin iletişimden başka bir şey olmadığını söylemektedir. Bkz: Paul Messaris, Visual Literacy, s: 2.

[23] Jean Baudrillard, Selected Writings, (Ed.) Mark Poster, Stanford University Press, 1998, ss.166-184. “The simulacrum is never that which conceals the truth — it is the truth which conceals that there is none. The simulacrum is true.” Ecclesiastes.

[24] K. Mannheim, a.g.y., s: 86

[25] A.g.y., s: 87

[26] A.g.y., s: 87

[27] A.g.y., s: 104

[28] A.g.y., s: 105

[29] A.g.y., s: 106

[30] Örneğin, sıradan ama yetkin bir ders kitabı olan Marita Sturken ve Lisa Cartwright’ın Practices of Looking, Oxford, 2001, görselliğin anlaşılması açısından bu genel kanıyı öğretmektedir.

[31] A.g.y., s: 21

[32] Temsiliyet’in ideal olanla ilişkisi için Bkz: Dipnot 7’daki Platonik açıklama. Bu konuda göstergebilim’in (semioloji) açıklaması çok temel olmasına karşın çok basittir ve zihni (bilişi) dıştalar ya da “gösteren” olarak kurgular. Oysa bu bölümde vurguladığım gibi iki gösteren vardır: zihin ve Zihin.

[33] Baudrillard’ın simulasyon analizi de, bezer olmasına karşın, burada ileri sürdüklerimden farklı sonuçlara varır. Benzeme ile taklit, simulasyonla mimesis, aynıdır.

[34] Burada bağlam-context değil, bağ-düğüm ilişkisi önemlidir. Çünkü, bağlam sanki ilişkiyi kendi özgürlüğünde belirleyendir; oysa burada kast ettiğim, temsiliyetin bir esir olarak imgeleme bağlı bir biçimde belirlenmesidir. Temsiliyet (represantation) imgelemin (imagination) tutsağıdır, ona bağlı ve düğümlüdür. “Simularka” kendi başına bir şey değildir; iktidara gelemez.

[35] Küçük harfle zihin kişi-tekildir; büyük harfle Zihin, ekonomi-politik toplum-tümeldir.

[36] Michel Foucault, This is Not a Pipe, (Ed.) James Harkness, (U.C.P. 1983), aktaranlar, Marita Sturken ve Lisa Cartwright, a.g.y., s: 15. Foucault, “görmenin” filozofu olarak da addedilir. Özellikle iktidarın, modernitenin az öncesinden başlayarak, bir gözetleme kulesinden toplumu gözlediğini söyler. Birey Foucault’ya göre seyredilen bir varlıktır; iktidar ise gören varlık. Pan-optikon, olarak resmedilen bu “modern” yapı, bireye görmeyi yasaklayan, ya da iktidar tarafından görüşü çarpıtılan korunmasız ve röntgenlenen zavallı konumuna indirger. Kuşkusuz, ampirik düzeyde çok fazla yadsınamaz olan bu gerçeklik, özne’nin ideolojiyi gördüğü, yani, onu görerek alımladığı durumda, onu deşifre de edeceğinin olasılığını pek tanımaz.

[37] David Harvey, Postmodernliğin Durumu, Çev: Sungur Savran, Metis Yay., (orijinal yayın 1990) 2003.

[38] İktidar, üretim araçlarındaki mülkiyet ilişkisini “sömürü” olarak gizlemek, görünür olmaktan çıkartmak; “hak” olarak da açığa çıkartmak, yok etmek için vardır. Bunun için sınıfsaldır.

[39] Burada bol bol George Gerbner okunmalıdır.

[40] Bu makalede değinmiyorum ama bu konumdaki bireyi “fırlatılmış, dünyaya atılmış” birey olarak algılayan Varoluşçuluk ve özellikle Sartre çok önemlidir.

[41] Burada biraz metafizik bakanlarımız için, Ali Şeriati’nin “beşer” ile “insan” olmak arasında kurduğu Sartrecı farklılık-bağ açıklayıcı olabilir: Ali Şeriati, İnsanın Dört Zindanı, Çev: Hüseyin Hatemi, İşaret Yay., 6. Baskı, 2007.

[42] Paul Messaris, Visual Literacy, s: 3

[43] Bkz: bu yazıdaki felsefî bölüm ve dipnotları