02 Eylül 2009

CHP’nin Sınıfsız Kökleri ve Nafile Bugünü

PROF. DR. VEYSEL BATMAZ

(30 Ağustos 2009, Birgün Gazetesi Pazar Eki'nde yayınlandı)

Yakın tarihte unutulan, göz ardı edilen veya bilinmeyen, ve özellikle de Marksistler tarafından anlaşılamayan bir aynılık ile işe başlayalım: Mustafa Kemal’in “sınıfsız, imtiyazsız bir ulus” yaratma projesi, Marx’a göre, “sınıfsız” bir toplum yaratmak görevine tarihsel olarak sahip olan proletaryanın deterministik amacı ile aynıdır.

Lenin ve Mustafa Kemal’in bu aynı amaçsal projeyi, epifenomen bir gerçekmiş gibi kendi toplumlarına uygulamaları da, tarihsel olarak aynı ontolojik sonla bitmiştir. Her iki önder de sınıflı toplum içinde yeni bir sınıflı toplum yaratmıştır (Bkz: özellikle Sovyetler ve Lenin için James C. Scott, Devlet Gibi Görmek, Çev: Nil Erdoğan, Versus Y, 2008).

Ve her iki önderin yarattıkları toplum, Sovyetlerde merkeziyetçi, temellükçü bürokrasinin; Türkiye’de ise emperyalizmle bütünleşmiş laikçi Atatürkçü militer ve sivil sağcıların marifetiyle tarihin sayfalarına gömülmüş durumdadır.

Hazin sonlarına karşın bu sonuç şu demektir. Kapitalizm ile birlikte tarihte ilk kez, kendi sınıfsal çıkarını elde etmek için sömürü olgusunu ortadan kaldırarak “sınıfsız” bir toplum yaratmak “amacıyla” sınıfı ve sömürüyü ortadan kaldırmak için harekete geçmiş ve başarılı veya başarısız devletler kurmuş olan bir sınıfa dayanan politik öncü öznenin (partinin) Marksist çözümleme sonucunda nesneleşen amacı ile Mustafa Kemal’in Anadolu’daki feodal köylü toplumunu kentli sınıfsızlığa taşımayı amaçlayan demokratik devrim aşamalı modelinin teleolojik sonucu birbirleriyle uzlaşır bir temele sahiptir. Her ikisinde de, tarihsel özne olarak politik parti (SBKP ve CHF-P) devletle özdeşleşmiş ve toplumlarını ultra- modernist (Bkz: David Harvey) bir projenin nesnesi haline getirmiştir. Unutulmamalıdır ki, Lenin’in döneminde de, Mustafa Kemal döneminde de, kendi toplumlarının “sınıfsız toplum” olduğu iddiası popüler söylemde çok yaygındır. Fark mülkiyet ilişkilerindedir. (Bu bile sorgulanabilir.)

Bu iki ultra-modernist “sınıfsız toplum” projesinin hazin sonlarına karşın, tarihin ideolojik yükünü şimdilik üzerimizden atmış olan bizler için bugünün küreselleşmesinin verdiği global sınıfsal çelişki açısından eleştirel fakat nesnel olarak irdelenmesi ve işçi sınıfının tarihi dönüştürücülükle yükümlenmiş olmasını ileri süren Marksist düşünce ile Mustafa Kemal’in 1919-1939 döneminde yaptıkları arasındaki ilişki daha da fazla eşleşmiş ve anlam kazanmıştır. Küreselleşmenin getirdiği özellikle de Latin Amerika’daki güncel sosyalist çözümler, beni bu kanıya getirmektedir.
Bu kanıya daha önce varanlar da vardır. Deniz Gezmiş 1969’da şunları söylemektedir: “Türkiye ekonomisi tam bir çıkmaz içindedir. Zamlara rağmen, bütçenin açığı 2,5 milyardır. Bu, tutucular koalisyonunun iflasını açıkça ortaya koymuştur. Tutucu güçler, egemenliklerini uzun süre devam ettiremeyeceklerini anlamış olmanın telaşı içindedir. Devrimci gençlik eylemini engellemek için tertiplere girişmeleri bundandır. Fakat umduklarının tersi olmuş ve bu olaylar bizi daha örgütlü, daha disiplinli ve daha güçlü eylemlere hazırlamıştır. Tertipleriyle gençliği ordunun karşısına düşürmek hedefine ulaşamadıkları gibi, devrimci gençlik eylemi, Mustafa Kemal'ci zinde güçler saflarını birbirlerine kenetlemiştir. Mustafa Kemal adı, geniş öğrenci kitlelerinde daha fazla ağızdan ağıza dolaşır olmuş, forumlarda Bursa Nutku ve Gençliğe Hitabe tekrarlanmış ve bunlar uygulanmıştır. Emperyalistler ve işbirlikçileri, Gazi Mustafa Kemal'in çizgisinin geniş kitlelerde ve bütün zinde güçlerde yankılanmasından korkmuşlardır bugün.” (Devrim Gazetesi, 23 Aralık 1969).

CHP’DE 1939 KOPUŞU

Mustafa Kemal’in konumu budur. Gelelim CHP’ye. 1939 yılında, ilk yirmi yılından kesin bir kopuş yaşayan Mustafa Kemal’in partisi CHP’nin geçirdiği dönüşümü global kapitalizmle ilgili olarak genel sosyal demokrat partilerin dönüşümü ile özdeşleştirmek zordur (Ayrıntısı için Bkz: Kıbrıs’ı Verelim Musul’u Alalım, Salyangoz Y. 2008). 1939’dan sonra CHP’nin hikâyesi Mustafa Kemal’in hikâyesinden başka bir hikâyedir. Bu iki ayrı hikâyeyi amaçlı olarak birbiriyle karıştırılmasını sağlayan dış koşullarla belirlenen “asıl” dinamikler ve bu dışarıdan belirlenmişliğin iç taşeronları (asker-sivil laikçi Atatürkçüler) mevcuttur. 1939 sonrası CHP artık, Mustafa Kemal’in Marksizm ile özdeşik ütopyasından vazgeçmiştir.

Mustafa Kemal’in kurucu bir politik özne olarak kullandığı CHP, uzun yıllar, çoklukçu tek parti yönetimi olarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerini atmış olan bir partidir; 1946 yılından sonra ise, çoğunlukçu bir parlamenter yapı içinde temel muhalefet partisi konumuna ve zaman zaman da koalisyonlarla parçaçıl iktidarlara sahip olagelmiştir. 1965-1973 yılları arasında işçicilik ve köylücülük temelinde, “ortanın solu” olarak konumladığı politikası ile toplumun yarısına yakınının (1973’de % 33; 1977’de % 41) desteğini almış ve Müslüman MSP ile koalisyon yapmıştır. 1973 ile 1977 arasındaki % 10’luk oy artışının altında Müslümanlar ile koalisyon, 12 Mart cuntası devrimci mağdurları için genel af ve Kıbrıs fethi vardır.

Bu dönemde CHP’nin (aslında Ecevit’in) yaptığı tarihsel yanlışlık söylenegeldiği gibi müslüman bir parti ile uzlaşması değil, bu koalisyonu yönetememesidir: CHP, 1973 yengisini Ecevit’in dışa bağımlı dar ve sekter politikaları ile Türkiye’yi, yavaş yavaş yükselecek ve 12 Eylül ile zirvesine oturacak olan dinselliğe gömen bu tarihsel işbirliğini ve ayrıca, ekonomik olarak ülkeyi zor durumda bırakan Kıbrıs sorununa getirdiği hesapsız uluslararası çözümün sonuçlarını iyi yönetemeyerek, boşa harcamıştır. (CHP’yi terk ettikten sonra 1990’lardaki Ecevit dinselliği bir cemaatle özdeşleştirmesi ve Kıbrıs’ı AB’ye teslim etmesi, dünya ve Türkiye artık farklı yerlerde olduğundan anlamlı sonuçlar doğurmamıştır. 1980 sonrası süreç, Ecevit’i de, diğer Sol’ları da üstten belirleyen küresel bir postmodern zihinsel karmaşıklığın depolitizasyon sürecidir: “İktidar heryerdedir”, o nedenle ne yapsanız nafiledir. CHP ve diğer Sol da o günden bugüne nafile işlerle uğraşa gelmektedir.)

Yine de, 1965-2009 arasındaki CHP’ye, başında kim olursa olsun ve hangi adla örgütlenmiş bulunursa bulunsun, Ecevit damgasını vurmuştur. Ecevit, kişisel bilgisizliği, politik olarak dışa bağımlılığı ve lider olarak sekterliği ve en önemlisi de, kendi dışındaki Sol’a kapalı olmasıyla, CHP’yi % 10-20’lerde bir seçmen desteğine mahkum eden politikaların zeminini çok önceden yaratmıştır. Fakat aynı Ecevit müthiş belâgatı, zaman zaman işçicilik ve köylücülük yaparak aldığı destek ile de CHP’ye önemli bir yalansı ivme kazandırmıştır. Depolitizasyonun ve dinsellik gelişmelerin yolunu açan, Kürt proletaryasını, sınıfsal bir mücadele yerine Kürtçü ayrılıkçılığa iten ve ülkeyi akılsız ve atıl bırakarak neo-liberalizmin kucağına savunmasız olarak atan 12 Eylül faşist darbesinin oluşmasına yol açan gelişmeler Ecevit’in politik tercihleri ile ortaya çıkan sürecin doğal sonucudur. Bu görece eskil Ecevitçi politikalar, paradoksal olarak kendi sonunu hazırlayan 1998 sonrası Derviş döneminin görece güncel politikalarıyla adeta özdeştir.

Tarihin ironisi ise, 1975-80 arasında Türkiye’nin dışa bağımlı burjuvazisinin işçicilik ve köylücülük yaptığı için lanetlediği Ecevit ve Partisinin, 1995’den sonra laikçi sermaye tarafından kutsanan bir varlığa dönüşmüş olmasıdır.

CHP’NİN DİN ve KÜRT POLİTİKASI

CHP’nin Mustafa Kemal’den ayrıştığı temel nokta sınıfsız topluma duyulan ütopik özlemin terk edilmesidir. Bu terk ediş, aynı zamanda sınıf analizini de yok eder; kendini diğer Sol’a kapatır. Diğer Sol ile diyalogu olmayan bir sosyal demokrasi de sağcılaşır, milliyetçi hale dönüşür. CHP’nin Kürt politikasında aldığı zikzaklı tavır da, ayrıntılarını bu kısa yazıda yer veremeyeceğim, bu sınıfsal analiz pusulasından mahrumiyetin sonucu olarak ortaya çıkmıştır.

Bu ülkenin gelişiminin motorlarından biri yedek ve asil işçi ordusu olarak dindar Kürt halkı ve onun büyük bir çoğunluğunun tarım ve sanayide proleter olarak çalıştırılmasıdır. Sağcı laikçi Atatürkçüler tarafından “bölücülük” ve “irtica” diye adlandırılan eyemliliğin kullandığı bu Müslüman Kürt proleterleri vurgusu yapılmadan, sosyal demokrasi veya sosyalist sol içsel dinamiği yakalayamaz. Aynı biçimde Türkiye’de daha geniş bir proleter dindarlık mevcuttur ve bu dindarlık, “dinci” ve “laikçi” burjuvazi tarafından, aynı Müslüman Kürt proleterleri gibi istismar edile gelmiştir. CHP bir politik kurum olarak değil fakat bir lider kadrosu olarak, 1974’de dinsel harekete ve 1991’de Kürt hareketine gereken duyarlığı göstermiş ve bu iki girişimi de, ona popüler destek sağlamıştır.

Fakat burada sadece CHP’nin değil, diğer Sol’un da içine hapsolduğu önemli bir açmaz vardır: PKK hareketinin dış dinamikle (küresel neoliberalizm ve postmodernizmin zihinsel buldozerleriyle temizlenmiş bir zeminde) ivme kazanarak etnik bir Kürt milliyetçiliğine evrimleşen Marksist temelinin, giderek Türkiye Sol’unu tasfiye eden ve Türk Sol’una, kültürcü, kimlikçi ve etnik analiz aşılayan bir şırıngaya dönüşmesi, 1985 yılıdır. Sol’un 12 Eylülde ezilmişliğinin karşısına çıka çıka alternatif olarak Marksist damarlara sahip ancak burjuva milliyetçiliğinin kültüralizmine bulanmış Kürt silahlı eylemi çıkmıştır. Bu, bütün Dünyada aynı gelişime sahip bir evrimleşmedir.

Bu açmaz sonuçta, Türk Sol’unun (buna Türkiye Solu da diyebiliriz), SSCB’nin dağılmasından çok önce, PKK’nın silahlı etnik eylem planlamasının bir sonucu olarak eriyip yok olmaya başlamasına yol açmıştır. Sınıfsal analiz bitmiş, artık her şey kültüralizmin (Adamo’nun şarkısındaki gibi, “her yerde kâr, iktidar var”) pasifistliğine indirgenmiştir. İşte bu postmodernist şenlikli toplumun havai fişekleri gibi göğe dağılmış kimlikçi, kültürcü ve beyhude ve trajik patlamaların sentezini yakalamak ve dönüştürmek gereklidir. CHP bu sentezi 1990 başında yakaladığı halde, şimdi terk etmiş görünüyor. Hangisi daha Mustafa Kemalci, sorgulamak gerekiyor. Sosyalist sol ise kuyrukçuluktan başka bir şey yapamaz durumdadır. Silahın ideolojisi, sınıf ideolojisinin zihinsel “silahlaşmasını” önlemektedir.

SIMON BOLİVAR, JOSE MARTİ, MUSTAFA KEMAL

1920’den doksan, 1940’dan yetmiş, 1965’den bu yana kırk yıl geçmiştir.
CHP’nin güncel durumunu, Mustafa Kemal’in “sınıfsız, imtiyazsız bir ulus” yaratma hedefi ve özlemi açısından ve bu özlemin, sosyalizmin yirmi yıl önce devlet sosyalizmi (SSCB) olarak konum yitirmiş olmasına karşın 2000’li yıllardan başlayarak özellikle Latin Amerika’daki dokuz ülkenin seçimle işbaşına gelen sosyalist hükümetlerle yönetilmeye başlaması bağlamında ve işçi sınıfının Marksist açıdan geldiği nicel aşama açısından, Mustafa Kemal’in hedeflediği “sınıfsız, imtiyazsız ulus” ile Marksizmin önerdiği “sınıfsız toplum” arasındaki benzerliğin ilişkilendirilip ilişkilendirilemeyeceğini irdelemek, değerlendirmek ve CHP’nin ne yapması gerektiğini sorgulamakla işe başlamak gereklidir.

Bunu bugünkü liderliği ile CHP içi kadrolar sorgulayamaz; yapacak olanlar sosyalist soldur. Bu nedenle, Marksistlerin bugünkü görevi Türkiye’de Mustafa Kemal’in 1919-1939 arasında gerçekleştirdiği (dil, Kürt feodalizmi, tarih, eğitim, azınlıklar, barış, kadın ve insan hakları, bireysel ve siyasal özgürlükler, din, vb.) anlayıcı, sorgulamacı ve eleştirel bir tutumla savunmak ve desteklemektir. Marksistlerin 1965-1973 arasındaki görevi de buydu ve Atatürkçü devlet tarafından “anarşist” ilan edilen, idam sehpasında ölürken “yaşasın Türk ve Kürt halkları” diye haykıran Deniz Gezmiş de kendini “Mustafa Kemalci Marksist” olarak tanımlıyordu. 1985’lere kadar, Türkiye’nin CHP dışındaki solunun neredeyse tamamı da kendisini “Marksist, yurtsever ve Mustafa Kemalci” olarak tanımlamaktaydı.

Mustafa Kemalcilik bir anti-emperyalizm praxis’idir. Açıkçası, günümüzde, Fidel Castro için Jose Marti; Hugo Chavez için Simon Bolivar neyse, Türkiye’deki sosyalist sol için de Mustafa Kemal odur. Ne daha fazlası, ne daha azı. Laikçi Atatürkçülüğe dönüştürülerek kabul veya ret edilemez. Aynı Bolivar ve Marti gibi, bütünsel bir teorik metinsel külliyata dönüşmemiş eylemselliğin (parxis’in) sadece söylem olduğu bir süreçten oluşur. Ancak farkı, yirmi yıllık bir devlet uygulaması ile pekişmiş ve daha sonra da egemen sınıflar tarafından ideolojik çarpıtmaya uğratılmış olmasıdır. “Sınıfsız ve imtiyazsız bir toplum” projesi için girişilen ultra-modernist yöntem, dönemin genel havası içinde örtük bir sınıfsal analizin sonucudur (Bu, Lenin’de açık bir sınıfsal analizdi). CHP ise, paradoksal olarak ne zaman “halk” sınıflarına ve bu sınıfların çarpıtılmış ideolojisine ters düşse, popüler desteği azalmaktadır. CHP’ye bu bilinç dışarıdan verilecektir.

Mustafa Kemal’i 1939 yılından sonra Türk-İslam sentezcileri tarafından konumlandığı laikçi Atatürkçülükten sıyırarak tarihsel yerine yerleştirmek için, hem CHP’nin tarihini, hem de 1919-1939’u iyi anlamak gereklidir.

Başta CHP ve tüm sosyalist sol, bu çabanın henüz Marksistler tarafından bölük pörçük, yalan yanlış; 1939 sonrası CHP ile Mustafa Kemal’i özdeşleştirme cahilliği ve reddiyesi ile başlanmış olmasının ve bitirilemeyişinin hazin sonucunu yaşıyor.

Tıklayın: http://www.birgun.net/sunday_index.php?news_code=1251586228&year=2009&month=08&day=30

Hiç yorum yok: