Prof. Dr. Veysel BATMAZ,
İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi
Sanki, artık her yaptığımızı postmodern hale getirmemiz gerekiyormuş gibi, Loyatard’ın postmodern durumuyla yine karşı karşıyayız: Tarhan Erdem, et.al.’un ele alacağımız Milliyet gazetesinde 19 Mart 2007 tarihinden başlayarak sekiz gün yayınlanan, “Biz Kimiz - İşte Türkiye’nin Kimlik Kartı” araştırması (bundan sonra “TE araştırması” olarak geçecek) bu tür bir postmodernite saçmalıklarına yeni saçmalıklar ekliyor.
“Bu [yazının] öyküsü bir zıpırlıkla başlıyor. Son yıllarda [Türkiye’de] bazı akademik [ve ticari] çevrelerde üretilen [veriler] bizi hem şaşırtıyor, hem de rahatsız ediyordu.” [köşeli parantez içindekileri biz ekledik.]
Alan Sokal ve Jean Brichmont, Son Moda Saçmalar: Postmodern Aydınların Bilimi Kötüye Kullanmaları adlı o çığır açıcı kitaplarına, bu cümleye benzer bir cümle ile başlıyorlardı (Çev: Mehmet Baydur-Ongun Onaran, İletişim Yayınları, 2002, s: 19). Sokal ve Brichmont’un dünyanın en ünlü postmodern kuram dergisi Social Text’e yaptıkları zıpırlığı biz Türkiye’de yapmadık. Ancak burada ele alacağımız TE araştırmasının zıpırlıktan başka bir şey olmadığını göstermek için başka başvuracağımız anoloji yok. Evet, TE araştırması, finansmanı dahil postmodern zıpırlıktan başka bir şey değil.
İlk zıpırlık şu: Milliyet gazetesi bir enformasyon kaynağı olarak dün veya daha önce, bize olan biteni haber verecekken, gaipten haber vermeyi ve duygu karmaşamızdan yararlanmayı seçmiş ve bilinçdışımızın bastırmasıyla oluşan bilgisizliğimizden yararlanarak, dünyada bunca üniversite, bunca literatür ünlüsü, bunca alan araştırmacısı, sosyolog-istatistikçi dururken bir “inşaat mühendisi-siyaset pratisyeni”ne ve “alan” arkadaşlarına (sayıları da bir hayli kabarık) yaptırttığı, Türkiye’nin kesinlikle, belki de dünyanın en büyük ampirik alan araştırmasını bize bahşetmiş bulunuyor. Parasını daha sonra tartışacağız.
İkinci zıpırlık ise şu: Örneklem seçiminden, sorulara ve cevapların tablolaştırılmalarına kadar bir dizi saçmalığı içeren bu TE araştırması, tüm bir ‘ampirik alan araştırması’ sürecini tam bir kurgu ve yapıntı ustası gibi, adetâ bir örneklem mühendisi olarak ortaya koyan tarzda yapılmış. “Bilimlerden bilim beğen”dedirtircesine. Yöntemini de tartışacağız.
Üçüncü zıpırlık ise; artık bir zıpırlığın ötesine taşmış, akan sular durmuş, herkesin üç aşağı beş yukarı bildiği şeyleri, kime ne söylemekle yükümlülerse, yeni bir Türkiye haritasının, ihtiyacın da varolduğunu söylercesine servis etmenin rasyonelini verilerde aramaya girişmişler; bulmuşlar da. Ancak, ne tür bulgu bunlar; bulgularını da tartışacağız.
Zıpırlıklara geçmeden bazı teorik ön bilgileri yoklayalım.
Şöyle başlıyor bu “şifre kutusu” devasa araştırma:
“Türkiye'nin kalkınma ve modernleşme sürecinde ciddi sorunlar ve tıkanıklıklar yaşandığı bir olgudur. Dolayısıyla ülkedeki herkes bu sürece ne tür açılımlarla yeni bir canlılık kazandırılabileceğini tartışıyor. Kimliği oluşturan unsurlar ve bu çerçevede etnik yapı ile dini aidiyetler anlamında toplumun ayrıntılı bir yapısal fotoğrafının çekilmesi, sorunlara çözüm arayışında büyük bir önem taşıyor.”
Güzel, ancak kuramsal olarak çok zayıf. Modernleşme, tam anlamıyla kimliklerin ulusal temelde yeniden inşa edildiği ve en kristalize biçimiyle Amerika Birleşik Devletleri’nin kuramsal sloganı haline gelmiş “melting pot” (erime kazanı) halinde ulus kazanında eriyip yok oldukları bir sürece deniyor.
İmparatorluklar bitiyor; onlardan ayrılan kimlikler ulus olarak kendi içlerinde bütünleşiyorlar. Kimlik değil, ulusallıklar ve sınıfsallıklar var modernitede. Araştırmanın çıkış noktası olan “kimlik ve aidiyet” ise, postmodern kuramların, ulus ve sınıf olguları yerine yerleştirdikleri ve global emperyalist kapitalizmin sürmesini ideolojik planda güçlendiren kavramlar. McLuhan’ın sayısal devrimle birlikte “orta çağa dönüyoruz” uyarısının yerinde saptaması ve Erich Fromm’un Özgürlükten Kaçış’ında anlattığı gibi “kimlik ve aidiyet” feodalitenin kavramları. Yani, TE araştırması gibi bir araştırmanın ABD veya AB ülkelerinde yapılabilmesinin olanağı yok.
Çünkü onlar, kimlik ve aidiyeti, bizim gibi ülkelere plase etmişler, kendileri merkezi hükümetlerini güçlendirdikçe güçlendiriyorlar; hâttâ AB gibi oluşumlarla, daha da merkezi hale getiriyorlar. Yani, modernleşme süreci, kimliklere ve aidiyetlere ayrışarak gelişmiyor; tam tersine, kimlikler ve aidiyetler merkezileşerek ulusal ve uluslarüstü bir güç ve bütünlük kazanıyorlar. ABD’deki Amerikalılık ve AB’deki Avrupalık, kimlik ve aidiyetlerin silindikleri kavramlar.
Kısaca söyleyebiliriz: TE araştırması zıpırlıklarına bir de kuramsal bir hinoğlu hinlik katmış durumda. Modernlik ve kalkınma sürecinde Türkiye’nin sorunlarına çare bulan bir “şifre kutusu” gibi pimi çekilmiş el bombasını, modernliğin bütünleştiriciliğine doğru değil; postmodernliğin parçalayışına doğru elimize veriyorlar. “Yerseniz.”
Bu kişiler, Türkiye açısından, modernliğin ilk aşaması olan Mustafa Kemal döneminin bütünleştiriciliğini, şu anda kimlik ve aidiyetlere doğru geliştirerek, çözüm değil, sorun yaratıyorlar.
Biz ise şunu ileri sürüyoruz:
Türkiye’nin sorunu postmodern parçalanmışlığını keşfederek çözülecek bir durum değil, tersine, modernitenin bütünleştiriciliğini vurgulayarak varılacak bir hedef.
1939’ dan bu yana bu savaş veriliyor.
Şu anda kaybedilmek üzere.
Kaybettirenler de Tarhan Erdem, et.al. gibiler.
Devam edelim: Bu yeni zamanda, TE et.al’a göre, “Çarpıcı bir fotoğraf’a sahib”mişiz. “Üç farklı kıtaya yayılan topluluklarının tarihsel geçiş noktası olan Anadolu'daki etnik yapı, sadece savaş ve fetihlere ilişkin kilit tarihlerde değişmedi. Türkiye'nin toplumsal yapısından söz ederken, bin yıllara yayılmış bir zaman zarfında gerçekleşen uzlaşma ve kaynaşma süreçlerinin bu yapıdaki belirleyici etkisi görmezlikten gelinemez.
Aynı şekilde, Türkiye'de tek bir din anlayışı, hatta tek bir Müslümanlık anlayışı olduğunu söylemek de binlerce yıl kazan gibi kaynamış Anadolu'ya haksızlık etmek olur. Zira, bu topraklardaki irili ufaklı her mezhep, her etnik topluluk birbirlerini iterek ya da çekerek binlerce yıldır karşılıklı etkileşim içinde oldular. Her farklı unsurun varlığı bir diğerinin varoluş şeklini etkiledi. Dolayısıyla, büyüklüklerinden bağımsız her bir toplum bir diğeri için önem arz etti. İşte bu yüzden, bir topluluk ne kadar az bireyi olursa olsun incelenmeyi ve bu araştırmada yer almayı hak etmiş oldu... Her fikir sahibi kişinin farklı cümlelerle ve en önemlisi farklı sayılarla ifade ettiği "Türkiye'nin toplumsal yapısı" hakkında ilk kez bu kapsamda bir araştırma Türk kamuoyuna ulaşıyor.”
Bu noktadan sonra zıpırlıkların teşhirine başlıyoruz:
İlk önce bir küçük saptama yapalım, alıntıladığımız bu karmaşık yapıyı, tarihi ile toplumu ile, etnik ve psikolojik derinliklere inen, ince kalın, uzun, kısa her tür ve boyda “değişkenle” incelemeyi Profesör Emre Kongar bile başaramazdı. Üstelik onun bu konularda istatistik anlamlılığa sahip olmayan yoğun bir emeği de vardır.
Neden Emre Kongar’ı kattık bu işe?
B a s i t : Bülent Tanla, Tarhan Erdem ve Emre Kongar, zaman zaman birbirleriyle ticari ortaklık yapan, ampirik alan araştırmasının gerçek “pîrleri”nden üçüdür, Türkiye’de. Bugünlerde de üçü de çok moda; aynı Sokal'ın kitabının başlığındaki saçmalıkları yapıyprlar: Biri, kadim CHP'nin milletvekili; diğeri radikal bir araştırmacı; bir üçüncüsü ise eski müsteşar ve bütünleştirici...
Z ı p ı r l ı k I
Çantacızade Cengiz Bey’in sık kullandığı deyimle “postmodern darbe”mizden sonra, bir de “postmodern örneklem”imiz olmasına yol açan bu “devâ–sa” araştırma, korkunç denecek bir örneklemle yapılmıştır. Hem de pîr aşkına... Kim bu pîr, belli değil. Bu örnekleme, Milliyet gazetesi, KONDA, Tarhan Erdem ve bir araştırmaya en az 500.000 US doları bastırabilecek kadar bilimperver “bilinmeyen bir finansör” sayesinde kavuşmuş bulunuyoruz.
Kim bu “hayırsever-bilimperver”?
Alan araştırmalarının medyada bilinmeyen bir ustasına, Dr. Tevfik Çavdar’a göre, 50 binlik örneklemli bir araştırma 2 milyon YTL’ye yapılabilir. Bu da dolar olarak, 1,5 milyon dolar eder. Alan araştırmalarının bilimsel medyatik bilgini Profesör Yılmaz Esmer’e göre, biraz fuzuli de olsa, bu kadar örneklemli bir araştırmanın sadece bilgisayara veri girişleri altı-yedi ay sürer. Profesör Esmer, tabii ki bu saptamasında sadece örneklem sayısını dikkate almıştır. Bir de işin soru sayısı vardır ki, saptamalarımıza göre, bu sayı en az 40-50’dir ve TE araştırmasında bize söylendiğine göre açık uçlu sorular çoğunluktadır. Bu araştırmanın tüm künyesini ve raporunun basılmış halini merak ediyoruz. Eminiz ki, bu basılı hâl, elimize ulaşırsa, daha da şaşıracağız. Soru sayısı da örneklem sayısına eklenince, veri girişleri herhalde bir yılı alır.
Küçük bir hesap yapalım:
Her soruda beş şık olsun (gördüğümüz kadarıyla ortalama olarak daha fazla, bir de açık uçlu sorular var; onlar da sonradan kodlanarak bilgisayara girilir). Örnek verelim: Kırk soruluk bir soru kağıdını sorduk. Bu soruların sorulma süresi, en az otuz dakikadır. 1400 anketör kullanıldığını, araştırmacılar bize söylüyor.
İlk bulgumuz, böyle bir soru kağıdında minimum 200 veri girişi vardır ve 47.958 kişinin toplamı 9.591.600 vuruş yapar. Dakikada yirmi vuruş yapan bir veri giriş operatörü, bu verileri 7993 saatte girer. Eğer bir kişi çalışsaydı günde sekiz saat çalışarak bu verileri 999 günde girecekti. Bu da bildiğiniz gibi üç küsur yıl eder. Yani, 200 vuruşluk, 50 bin soru kağıtlık bir araştırmanın veri girişleri, Profesör Esmer’in söylediği gibi en az 7-8 ay sürer. Tabii, eğer, yüze yakın bilgisayar ve elli tane veri giriş öperatörü, günde sekiz saat çalışmışlarsa. Araştırmanın bu kadar devasa olmasının verdiği heyecanla olsa gerek, araştırıcılar bu bilgiden bizi yoksun etmiş durumdalar. Araştırmanın veri toplama işini 1400 anketör kullanarak bir ayda bitirdiklerini söyleyen TE, et.al., bize ne yazık ki, veri girişinin süresini vermek zahmetine katlanmamışlar. Bu işlerin uzmanı Profesör Esmer de meseleyi bu ince noktasından yakalamış durumda. Ekim 2006’da veri toplaması bittiğine göre, yayın tarihi ile bu toplama işleminin bitişi arasında sadece dört ay var. Demek ki daha fazla kişi ve daha fazla saat çalışmışlar. Bravo demekten başka bir şey demek gelmiyor elimizden. Yayına hazırlık süresini hiç katmadık hesaba. Ne versen yayınlayacak haldeki gazetelerde bu süre çok kısadır herhalde.
Meraklısı için bir deneyimimiz aktaralım: VERSO-CIS olarak W H O’ ya 1999 yılında her soru kağıdının cevaplanmasının üç saat sürdüğü, 5000 örneklemli bir tarama yapmıştık. Sadece veri toplamayı dokuz ayda bitirebilmiştik. Girişler de dokuz ay sürmüştü. Tabii, TE kadar “bilimperver ve hayırsever” bir finansörümüz yoktu. Az para verdiğinden ( ! ) W H O, az sayıda kişi çalıştırabilmiştik. Üstelik bir de “double coding” yaparak. Allahtan rapor yazmak bize bırakılmamıştı da, TE, et.al gibi arta kalan aylarda da rapor da yazmamıştık ve kısacası tüm Türkiye’de 5000 örneklemli bir alan araştırmasını, on sekiz ayda tamamlayabilmiştik. W H O da hızlı yaptığımız için biraz şaşırmıştı. Demek, Türkiye’de alan araştırmaları hızlı yapılabiliyormuş ( ! ).
Hesabı şimdi de veri toplamaya uyarlayalım. Yine hipotetik olacağız. Ama bu sefer araştırmacılar bize epey bilgi veriyorlar:
“Araştırmanın yaklaşık 50 bin denekle evlerinde yüz yüze görüşme kısmı, yani "saha çalışması" için ülke genelinde 1500'ü aşkın insan çalıştı. Bunların 22'si bölge şefi, 150'si ekip şefi, 1400'ü de anketör ve kontrolör olarak görev yaptı. Türkiye'nin dört köşesindeki 3 bine yakın noktada 47 bin 958 kişi ile bire bir görüşülerek yapılan araştırma, tam bir ay sürdü ve Ekim 2006 itibariyle tamamlandı.”
Aslında bu kadar yuvarlak ve detaylı olmaya gerek yok. Çünkü bu bilgilerin bazıları bir tabloda da var; olmayanlar da zaten bizi gazete okuru olarak ilgilendirmiyor.
“Yapılan görüşmelere göre örneklem dağılımı: İl: 79; İlçe: 488; Mahalle köy sayısı: 2.685; Kent: 2.286; Kır: 399; Görüşme adedi: 47.958”
Aslında olağan bir alan araştırmasının örneklem dağılımını veren bir tablo değil bu ama yine de idare eder. Ancak bu tablo ile yukarıdaki veriler arasında şunları göremiyoruz:
Bu iller hangi iller?
Her görüşme kategorisinde ne kadar anket uygulanmış?
Yani, 47.958 anketin il, ilçe temelinde dağılımı ne?
Bütün bunlar olmayınca, bizi hiç ilgilendirmeyen bilgilerle oyalanmış oluyoruz.
Umarız, kitap olarak basılı halinde buluruz bu aradıklarımızı.
Hesap yapacaktık değil mi? Nereden başlayacağımızı karıştırdık da onun için biraz duraladık.
Hangi hesabı yapalım?
50 soruluk bir anketin 2500 küsur noktada, 1400 anketörle bir ayda bitip bitmeyeceğini mi?
50 bin anket, 30 dakikadan, 1.500.000 dakika yapar. Demek ki her anketör toplam 18 saat çalışmış. Ne kadar az. Peki ne yaptılar bu anketörler diğer 27 günde? Diyeceksiniz ki, gidiş geliş var, anket kağıtlarının dağıtımı var. 50 bin kişiyi bulmak kolay değil.
Bir de hesabı şöyle yapalım, tersten: Bir anketör günde 30 dakikadan beş anket yapabilse, 50 bin anketi bir ayda kaç anketör yapar? 333 anketör. Peki geriye kalan 1000 tanesi ne yaptı? Her iki durumda da anketör fazlamız olduğuna göre, demek ki işin içinde başka faktörler var. Biz mühendis olmadığımız için hesap tutturamıyoruz.
Peki soruyu şöyle soralım: 1400 anketör, günde beş anketten kaç anketi, bir ayda yapar? Bu kez de anket fazlamız oldu: 210.000 tane. Yani, yaptığımızdan tam 160.000 fazla.
Bu hesabı akıl mantık yoluyla yapamayacağız anlaşılan. Ya 1400 anketörü boşuna çalıştırmışız, ya da anketörler iki üç günde bir bir anket yapmışlar. Eğer anket başı para alıyorlarsa, bu onlar için bayağı angarya olmuş. Düşünün iki günde bir anket yapsanız, ayda 15 anket yapar ve bugünün raici ile alsanız alsanız, 75 YTL para kazanırsınız. Değer mi?
Burada pes ediyoruz.
Belki de tümüyle yanlış sayılarla uğraşıyoruz, olamaz mı?
Şimdi de finansal olarak bir hesap yapalım:
Bir anket bugünlerde, her şey dahil 15 dolara mal olur.
Toplam 719.370 dolar yapar 15’ten, 47 küsür bin anket.
Demek ki, anketörü bol, parası bol, zamanı dar bir anket süreci geçmiş, belli ki.
Peki kim verdi bu parayı?
Milliyet mi?
Bu hesap uzmanlarının, vergi denetçilerinin sorunu, bizim değil.
Ancak bizim sorunumuz şu:
Bir anket bu kadar para ödenerek, yukarıdaki parametrelerde bir ayda veri toplama, dört ayda da veri girişi ve analiz olarak yapılamaz.
Ya birisi kazıklanmıştır bu işte, ya da birisi...
Başka bir izahı yoktur. Açık söylemek gerekirse, 1500 kişilik örneklemli bir alan araştırmasının dört aylık lojistiği bile, Türkiye koşullarına göre zor değil, olanaksızdır. Bu kişiler arasındaki iletişim giderleri, ulaşım ve bazı durumlarda konaklama giderleri? Ve üstüne üstlük “random- tesadüfi” bir örneklem planına göre harekât planı. Musul’u almak bile daha kolaydır.
Şimdi geldik ikinci zıpırlığa.
Z ı p ı r l ı k 2
“Araştırmanın ilk aşamasında örneklem hazırlama, literatür tarama ve saha planlama çalışmaları yapıldı. Ardından birbirinden farklı üç örneklem hazırlandı. Bunlardan biri tüm Türkiye'yi, diğeri Türkiye'nin 12 bölgesini, üçüncüsü de TÜİK verilerine göre 2010 yılında nüfusu 1 milyonu geçecek olan 13 büyük kenti temsil ediyordu. Örneklemin istatistiki açıdan güvenilir olabilmesi için nüfusu doğru temsil etmesi önemliydi. Bu amaçla, görüşme yapılacak yerler belirlenirken bu üç örneklemin kesişme noktaları kullanıldı. Ayrıca kırsal ve kentsel nüfus, yerleşim birimlerinin büyüklüğü, deneklerin eğitim durumları, 2002 genel seçim sonuçları, kadınların iş yaşamına katılım oranları ve arsa metrekare fiyatları dağılımları etkileyen faktörler oldu....”
“.... Yukarıda bahsedilen tüm parametreler göz önünde bulundurularak büyük bir örneklem hazırlandı ve 2 bin 721 mahalle veya köyde 49 bin kişi ile görüşme yapılması hedeflendi. Belli yaş ve cinsiyet kotalarına uyularak her bir mahalle ve köyde 18 yaşını aşmış 18 kişi ile evlerde yüz yüze görüşmeler yapıldı. Sonuçta, her yönden detaylı bir çıkarım yapmayı sağlayacak, toplumu tam anlamıyla temsil yeteneğine sahip bir çalışma ortaya çıkmış oldu.”
Acaba, çıkmış oldu mu?
Gerçekten, Profesör Yılmaz Esmer’in şaşırdığı kadar olmasa da biz de şaşırdık bu örneklem seçimi prosedürüne. Ancak, literatür tarama yapılmışsa, bizim bilmediğimiz bazı literatürlerin de bulunduğu kesin, bu tür bir “devâ-sa” örneklem seçimi planı yapmayı adama öğretecek. Ne yazık ki, yirmibeş yıllık araştırma hayatımızda bize nasip değilmiş bu literatür.
Bir kere, aynı popülasyonda, üç tane ayrı ama aynı genelleme parametrelerine sahip örneklemle neden meşgul olunur, aynen Prof. Yılmaz Esmer gibi anlayamadık? Biz kısıtlı literatür taramamızdan şunu öğrenmiştik, mesela Profesör Robert Hornik’ten: Tek popülasyona tek örneklem yeter. Nüfus veya popülasyon ne olursa olsun 300 birimlik bir örneklem tam tesadüfi ise, yeter. Biraz heterojen nüfuslarda bu sayı 1500’e kadar çıkabilir; bizim gibi tam heterojen nüfuslarda da ise, kota örneklemi yapmamak şartı ile, 3000 kadarı fazla biledir.
Hep kullanılan bir tablo vardır. Aşağıda bu tabloyu göreceksiniz. 50.000 örneklemli araştırmalarda bile hata payı yüzde yarımdır. 25 bin ile 50 bin arasındaki fark ise sadece 0.02’dir. Yani, bir kişi eğer aklından zoru yoksa, ve ille de yüzde yarımlık bir hata payı ile her şeyi bileceğim dese, 25 binlik bir örneklem seçer ve finansörü de yarı yarıya kazıklamamış olur. Bulgulara bakarken, bu hata payının ne kadar da söz konusu araştırma için fuzuli olduğunu göreceğiz.
Araştırma, toplumun her bir kesimine ait tüm farklı algı ve eğilimleri belirlemeyi amaçlıyor. Dolayısıyla, sadece Türkiye'nin genel eğilimini anlamak için değil de ayrıntılara inilmesi için gereken temsil yeteneği ancak bu kadar denek sayısıyla mümkün olabildi. Bu araştırmada örneklem büyüklüğü, nüfustaki oranları 10 binde 1 olan gruplara mensup anlamlı sayıda insana ulaşabilmek amacıyla belirlendi.
Araştırmacıların iddiasına göre, ayrıntılara inilmesi için bu kadar fazla sayıda çok “devâ-sa” bir örneklem seçilmiş. Peki doğru mu? Eğer aşağıdaki tabloya bakarsak değil; çünkü 10 binde 1 olan kişinin nüfustaki toplamı 7000 kişidir ve eksi artı yüzde yarım hata payı ile, bu 7000 kişinin birinin bile 50 binlik bir örneklem içine girme şansı deyim yerindeyse “on binde bir” dir.
Şimdi geldik üçüncü zırvaya.
Z ı p ı r l ı k 3
Bulgular bize sanki bildiklerimizi söylüyor gibi.
Acaba?
Basit bir tabloyu, hem de araştırmanın ilk tablosunu ele alalım:
Bu tabloyu, bizim anlamlılık derecelerini gösteren İngilizce tablomuza bakarak okursak, daha ilk kategoride, yüzde 1.13’lük bir fark var; Etnik kökenin Türk olmasını, TC vatandaşlığı için şart “görenlerle, görmeyenler” arasında.
Bu tablomuza göre anlamlılık derecesinde bir farktır ve parametrik yüzdeyi % 99 olarak temsil ediyordur. Ancak aynı kategoride anlayamadığımız üçüncü şık var: “Ne şarttır, ne değildir” diyenler. Bunlar % 10’a yaklaşıyor.
Peki nedir bu “ne şiş yansın ne kebap” diyenler? Eğer bu soruyu ikili bir şekilde sorsaydık ne çıkacaktı yüzdeler? Fark belki de % 0.5’in altına düşecekti. Bu bile, bu sorunun diğer kategorilerinde bir sorun yaratmasa da, burada yaratıyor ve örneklemin “deva-sa” büyüklüğü bu duruma deva olamıyor. Hele eğer, “ne şarttır, ne değildir” de bir de “cevap yok” veya “missing value” varsa, neye yaradı o “deva-sa” örneklem? Bu kadar büyük araştırma yapmadan önce “deva-sa” bir literatür tarayanlarda olmaması gereken soru sorma veya veri girişi yapma tutarsızlıklarıdır bunlar ve;
Sadece istatistiki “anlamlılığı” olan ama anlamı olmayan sonuçlardır.
Demografik bulguları (Cinsiyet, Eğitim, Gelir Dağılmı, vs.) mutlaka TUİK-DİE istatistikleri ile karşılaştırmamız gerekmektedir. Ancak yapamadık. Bu sınamayı ileri bir tarihe, belki de araştırmanın kitaplaştırılmış haline bırakmak iyi olur.
Araştırmanın tamamında, 50 binlik anketi bize mantıklı gösterebilecek tablo aramamıza karşın bulamadık. Bir tane örnekle ne demek istediğimizi anlatalım:
Bu tabloya göre, nüfusun % 96.51’i ikili homojen bir ağırlığa sahiptir. Geriye kalan % 3.49’u da diğer dillere bölünmüştür. Bu arta kalan dağılım, İngilizce anlamlılık tablomuza bakarsak, 50 binlik bir örneklemde anlamsız bir dağılımdır. Çünkü hemen hepsi, % 0.6 veya % 0.4’ün altındadır.
Bu nedenle buralarda hata yapmak olasıdır.
“Netekim” ( ! ) yapılmıştır da:
Bu iki tablo karşılaştırıldığında görülecektir ki, etnik kimlik ile ana dil uyuşmamaktadır. Eee, peki, insanın sorası geliyor: nasıl böleceğiz bu memleketi!!!!?
Bu farklılığın neden kaynaklandığını şimdilik bir tarafa bırakalım ancak istatistiki olarak, en azından Arap ve Arapça arasında, anlamlılık tablosundaki hata payı aşılmıştır: Arap % 0.7; Arapça % 1.38. Diğer kategorilerde de sapma vardır. Bu iki tablo arasındaki farklardan bahsetmiyoruz, bu da çok önemlidir ancak biz sadece şimdilik, hata payı büyüklükleri ile örneklem sayısı arasındaki tutarsızlığa dikkat çekmek istiyoruz. Burada verdiğimiz sadece bir örnektir. Bir çok örneğe araştırma tabloları içinde rastlamak olasıdır. Kısaca bulguların dağılımı, verileri elde etmek için 50 binlik örnekleme ihtiyaç duyulmadığını bize söylemektedir.
Peki neden bu “işgüzarlık, zıpırlık ve hammaliye.”
Finansöre atılan kazık bizi ilgilendirmiyor.
İki nedeni olabilir, belki da daha fazla... Ancak biz iki nedeni önemsedik:
Araştırmacılar, örneklem büyüklüğünün hata payını da büyüteceği bilgisini ya literatür taramasındaki kaynaklarında bulamamışlar, ya da bu tür bir bilgiyi içeren kaynağı o “devâ-sa“ literatür taraması örneklemi içine alamamışlar. Oysa, en elemanter istatistik kitaplarında bile örneklem hatası konusunda yazan bu bilgi, bazen istenmeyen masraflarla istenmeyen hataları yaptırabilir araştırmacılara.
Bulguların teknik ayrıntıları, bu gibi sorunlara çokça sahip. Bir de başka araştırmalarda durum ne ve bu araştırma bize neyi kazandırıyor ona bakalım.
Buraya üç farklı sayısal dağılım alacağız. Bunlardan ilkinin kaynağını bilmiyoruz:
B i r i n c i d a ğ ı l ı m :
“Türkiye'de, 'yüzde' oranıyla 'anlamlı' büyüklükte nüfusa sahip kabul edilebilecek gruplar, yaklaşık % 7 nüfus oranıyla Kürtler, bir ölçüde, % 1 nüfus oranıyla Araplar ve yine % 1 nüfus oranıyla Zazalar’dır.”
“Bunlar dışındaki gruplardan Çerkesler’in nüfusu yaklaşık % 0.4 ve Lazlar’ın nüfusu yaklaşık % 0.27'dir. Diğer grupların toplam nüfusu yaklaşık % 0.4'tür
Bu oranlarla değerlendirildiğinde, bugün nüfusu yaklaşık 74 milyon kabul edilen Türkiye'de, etnik grupların nüfusları ve bu nüfusların oransal dağılımı yaklaşık olarak aşağıdaki gibi tespit edilmektedir;
“Gruplar Nüfus Oranı (%) Türkler 66.650.000 yüzde 90.00. Kürtler 5.000.000 yüzde 6.76; Zazalar; 800.000 yüzde 1.08. Araplar 800.000 yüzde 1.08. Çerkesler 300.000 yüzde 0.40. Lazlar 200.000 yüzde 0.27. Diğer; 300.000 yüzde 0.41. Diğerleri içindeki Ermenilerin nüfusu 60.000, Yahudilerin nüfusu 25.000, Rumların nüfusu 1.800'dür.”
İkincisinin kaynağı Araştırmacı Cemal Şener’dir:
1) Kürtler 9.000.000 kişi
2) Zazalar 1.000.000 kişi
3) Araplar 1.000.000 kişi
4) Çerkesler 1.000.000 kişi
5) Gürcüler 600.000 kişi
6) Rumlar 1.500 kişi
7) Ermeniler 60.000 kişi
8) Yahudiler 25.000 kişi
9) Lazlar 300.000 kişi
10) Hemşinliler 30.000 kişi
11) Süryaniler 35.000 kişi
12) Keldaniler 5.000 kişi
13) Nasturiler 6.000 kişi
14) Yezidiler 8.000 kişi
15) Arnavutlar 300.000 kişi
16) Çingeneler 600.000 kişi
TOPLAM 13.970.000
TÜRKLER 56.030.000
TOPLAM TÜRKİYE: 70.000.000
Üçüncü dağılım ise Bülent Esinoğlu’nun bir yazısındandır. Aynen alıyoruz:
“Biliyorsunuz, Milliyet Gazetesi, KONDA Araştırma Şirketinin anketlerini yayınlıyor. Daha doğrusu şu günlerde 'kamuoyu imalatı' ile meşgul oluyorlar.
Kamuoyu imalatı iki amaçlı olarak yürütülüyor:
Toplumu atomize etmeye, etnik ve dini kesimlere bölmeye yönelik bu araştırmaların kamuoyu aydınlatma amacının olmadığı kesin. Etkileme amaçlı olduğu aşikar.
Bakın KONDA ne yapmış?
KONDA' nın yeni gerçekleştirdiği araştırmasının sonuçlarına göre Türkiye'de yaşayan halkın % 15,4'ü Kürt geri kalanı da Türk.
Aynı KONDA araştırma şirketi, 1993 yılında yaptığı araştırmada, Türkiye'de yaşayan halkın % 4'ünü Kürt olarak göstermiş. ( Her ikisinde de sorulan soru “kendinizi ne olarak hissediyorsunuz?” sorusu idi.)
1993 Yılında yapılan araştırma TESEV adına yapılmış. ( TESEV, Prof.Dr. Binnaz Toprak, Doç. Dr. Çakıroğlu)
Madem anketler dedik bir iki anket daha verelim:
TÜSES anketi 1999, kendisini Kürt olarak tanımlayanlar % 6,3
Diyarbakır Dicle Üniversitesi, 2004, Kürt nüfus % 4
AB Komisyonun yaptırdığı anket, 2005, Kürt nüfus % 6
1999 Genel Seçimler HADEP % 4,7
KONDA' nın kendisinin 1993 de gene Milliyet'te yayınlanan anketi ile bu gün Milliyet'te yayınlan anketini karşılaştıralım.
1993 de % 4 olan Kürt nüfus nasıl oldu da şimdi % 15,4 oldu.
Bir tek bilimsel açıklaması var. Kürt analar 15 çocuk doğurdu, Türk analar ise hiç doğurmadı.”
(Bülent Esinoğlu)
S O N U Ç :
Fazla sözü uzatmayalım. TE araştırmasının yöntemi, örneklemi ve bulguları, finansman sorunları ile birlikte önemli bir kuşku zinciri barındırmakta, üzerinde bir sis perdesi bulunmaktadır.
Açıkça söylemek gerekiyorsa;
Kürt nüfusun % 15’e çıkmış olduğunu öğrenmekten başka hiç bir işe yaramayan bu araştırma, Milliyet gazetesindeki sunuş yazılarında belirtilen hiç bir amaca hizmet etmemektedir.
T E postmodern sivilciliğe uygun olarak, parçalanmış yeni bir Türkiye haritasını veriler yoluyla kurgu ve yapıntı olarak çizme girişimlerine dayanak sağlamaktadır.
Bulguları ise çok tartışmalıdır. Ancak, bunları parçalı bir ülkenin kanıtı olarak sunmaktadır. Oysa, T E de dahil herkes bilmektedir ki, bize verdiği bulguların kategorik adlandırmaları zaten doğrudur. % 96 gibi ikili bir homojen yapının bulunduğu da doğrudur. Bunları bize söylemek için bu kadar paraya ve bu kadar “devâ-sa” örnekleme ihtiyaç yoktur.
Sonuçların bir kısmının doğruluğu aşikârdır ve başka araştırmalardan apartılmış gibi görünmektedir.
Diğerleri ise kuşkuludur ancak bu verileri bize sunan ve bizim bir harita çizmemizi isteyen T E markalı pergel ve cetveller tam anlamıyla bizim bilmediğimiz kerametlerle donanmıştır.
Türkiye’nin parçalanması artık postmodern bir komediye dönüşmüş durumdadır:
Bu postmodernite safsatası içinde asıl gizlenmeye çalışılan, insanlık tarihindeki dev dönüşümlerin, bireyleri bir kum tanesi gibi, kimliklerine ve aidiyetlerine bakmaksızın savurup duruyor ve per perişan ediyor olmasıdır.
Genel toplumsal yasalar bugüne kadar olmadığı netlikte çalışıyor, tarih sahnesinde ulusal bütünlüklü devletler, uluslararası politikalarda ve ekonomik ilişkilerde geçmişte olduğundan fazla bir etkiye sahip olarak, parçalanmış kimlik ve ırk temelindeki aidiyetlere bağlanıp, parçalara ayrılan bireyleri etkileyecek ve onların tüm geleceklerini belirleyecek.
Tarhan Erdem ve saz arkadaşlarının bu fuzuli araştırması eğer başka bir şey için değil ve bariz bir bilgisizlikle yapılmamışsa, bizim, bu egemen uluslar-arasında söylenen genel melodiyi duymamamız için medya sahnesinede yerini almış görünüyor.
“Biz kimiz,” biraz karışık, anladık... Ama merak ediyoruz TARHAN BEY, SİZ KİMSİNİZ?
2 yorum:
Güzel bir eleştiri olmuş, kutluyorum. Bir kaç noktaya dikkat çekmek istiyorum:
1) Örneklem büyüklüğüne ilişkin güven aralığı (confedence level) ve hata payı (margin of error)kavramları vardır. Bunları bazen eşanlamlı kullanmışsınız.
2) "örneklem büyüklüğünün hata payını da büyüteceği" ifadesi tam olarak doğru değil. Örneklem büyüdükçe hata payı büyümez; sadece beklendiği kadar küçülmez. Örneğin 1067 kişilik örneklemde hata 3 iken 2000 kişilk örneklemde 2 olur (diğer örneklem ilkelerine uyulduğu koşullarda ve %95 güven aralığında. Örneklemi %100 artırdığınızda dahi hata payında ancak%1lik bir azaltma sağlayabilirsiniz. Hata payını bir birim daha indirmek isterseniz o zaman örneklem 6 binin üzerine çıkarılmalıdır. Yani örneklem büyüklüğünün artırılması margin of errorun azaltılmasında marjinal bir fayda sağlar. Bu nedenle de feasable sosyal araştırmalarda örneklem büyüklüğü 2-6 bin arasındadır. 50 bin örneklem için hiç bir bilimsel gerekçe yok! Bunu sipariş edenler çıldırmış olmalı!
3) "İngilizce tablo" dediğiniz tablo, tam da bu anlattıklarımı açıklıyor. Ancak, bu tabloda significance level (anlamlılık derecesi) gösteren bir bölüm yok, zaten olamaz da. Significance level bir test ile ilgilidir; t-testi, Kikare testi, correlasyon vb. Burada böyle bir test yok, siz haklı olarak bu testin de yapılmış olması gerektiğini söylüyorsunuz ve %45,64 ve %44,51 arasında bir istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunmadığını öne sürüyorsunuz. Bence de yok, ama bunu söyleyebilmek için asıl verilerin elinizde olması ve bir test ile p değerinin bulunması gereklidir.
En derin saygılarımla.
Ümit Atabek
Ümit Atabek'e:
(1) Hata payı ve güven aralığı ile ilgili kullanım hatası yazımda yoktur. Yazıda hata payını altı yerde kullanıyorum. Hepsi de (margin of error)anlamındadır. Güven aralığı terimi ise kullanılmamıştır. Bu konuda cümle cümle somut eleştiriler bekliyorum.
(2) Örneklem büyüdükçe beklenen hata payı büyür. Bu istatistiki olarak hesaplanamaz bir şeydir. Yalan söyleme, yanlış sayma, mükerrer ölçüm, tarihsel güvenirlilik, zamanla ilgili hatalar, örneklem seçiminde sayı büyüdükçe randomness'de oluşabilecek durumlar, küme, kota ve tabakalı örneklemlerin kendi grupları arasında istatistiki olarak hesaplanabilen hata paylarını toptan bütün örnekleme indirgeme veya izafe etme gibi durumlar bu hata payını yaratır. Araştırmacı sadece istatistiki (teorik) hata payı ile ilgilenmemeli, sonuçlarını bu türlü “güvenirlilik” ve “geçerlilik” unsurları ile de araştırma uygulamasında denetlemelidir. Yani iki türlü hata vardır: (a) teorik hata, istatistikiolarak hesaplanır. (b) uygulama hatası, istatistiki olarak hesaplanamaz ama büyük sayılar kanunu ve merkezi limit teorisi’nin varsaydığı koşullar bozulduğunda (randomness) bu türlü hata payları yükselir ve önemlidir.
3) İngilizce hata payı tablosu teorik bir tablodur. Burada "significance level" denilen terim "tolerance level" olarak sutün başlarında yazılıdır.
p hesaplaması bu gibi tablolarda zaten şarttır. Bunun için de değişik testler kullanılmalıdır ki, normal dağılım (beklenen dağılım) ile bulunan dağılım arasındaki sapma ya da varyans hesaplanabilsin.
Veysel Batmaz
Yorum Gönder