19 Temmuz 2005

SOSYAL PSİKOLOJİ: Faşizm Üzerine 1





ÇAĞDAŞ AÇILIMLA YETKECİ KİŞİLİK

Nevitt SANFORD

Çevirenler:
Mehmet R. Gürkaynak ve Veysel Batmaz

Hitler’in Almanya’da iktidarı ele geçirişinden bir gün sonra, Frankfurt’taki Sosyal Araştırma Kurumu yöneticisi Max Horkheimer, kent dışındaki evini terkederek, istasyonun yakınında bir eve taşındı. Birkaç gün sonra, kurumun diğer üyeleriyle birlikte, Nazilerin işbaşına gelme olasılığına karşı, Araştırma Kurumunun bir şubesini kurmuş oldukları İsviçre’ye gitmişlerdi.

Nasıl olmuştu da bu kişiler, -birçok Alman aydın ve yahudisinin, Nazi tehlikesinin önlenebileceği inancını beslediği bir sırada- olayların doğurabileceği sonuçları görmüşler ve gerekli gördükleri adımı atmışlardı. (Bu arada, Viyana’daki psikoanalistler kendilerine ciddi bir zarar gelmeyeceği inancıyla hala günlük yaşantılarını sürdürüyorlardı.) Bunun nedeni, Max Horkheimer ve arkadaşlarının, “Almanya’da politik görüş” konulu araştırmaları yürütürken vardıkları çarpıcı sonuçtu: Kendilerine anket soruları sorulduğunda, büyük bir çoğunluğu Alman İşçi Sınıfı’na dahil kişiler, sosyaldemokrat olduklarını ısrarla söyledikleri halde, asıl tutumları ve değer yönelimlerini ortaya çıkaran dolaylı sorulara (bugün bu tür sorulara “yansıtıcı sorular” denmektedir) verdikleri yanıtlarla, oldukça yetkeci bir kişiliğe sahip olduklarını göstermişlerdi. Araştırma kurumu üyelerinin bu verilerinden çıkardıkları sonuca göre, büyük bir olasılıkla Hitler işbaşına gelecek ve Alman işçilerinden etkili hiçbir karşı-tepki görmeyecekti.

Yukarıda anlatılan olay, belki de, sosyal-bilimcilerin araştırma sonuçlarının doğruluğuna duydukları güvene dayanarak herşeylerini feda etmeye hazır oldukları birkaç tarihsel olaydan biridir. Fakat burada ele alacağımız konu bu değil. Söylemek istediğimiz şudur: meslekdaşlarım ve ben, Yetkeci Kişilik (YK) adlı kitabı yayınlamamıza neden olan araştırma dizisine başlamadan çok önceleri, yetkecilik ve faşizmin diğer duyusal ögeleri üzerinde pek çok bilgi elde edilmişti. Amerika’da, bu genel konu üzerinde 1940’larda en tanınmış çalışma, herhalde Erich Fromm’un Özgürlükten Kaçış (Escape from Freedom, 1941) adlı yapıtıydı. Sosyal Araştırma Kurumu’nun eski bir üyesi olan Fromm, bu yapıtta çağdaş bütüncüllük (totalitarianism) ile ilişkili olarak ortaya koyduğu “sado-mezoist karakter” kuramını anlatıyordu. Temel düşünce şuydu: Orta Çağ’da yerleşmiş olan yetkenin bozuluşundan bu yana, batı dünyasındaki kişiler, özgür ve onurlu olmanın getirdiği yükümlülüklere karşı karmaşık bir kararsızlığa kapılmışlardı; onları bu yükümlülüklerden kaçmaya iten -çoğunlukla bilinçaltı- bir istek, aynı zamanda bütüncül propagandaya yatkın olmalarını da sağlamıştı. Bu yatkınlığın güçlü olduğu kişilerde yetkeye başeğmek için bilinçaltı duygusal bir gereksinim vardır. Bu gereksinim ilk olarak anne babaya karşı kendisini gösterir. Bu kişiler, aynı zamanda, yetkeye karşı bilinçaltı bir isyan ve saldırganlık da duyarlar. Sonuçta, bu duygular hedef değiştirip keşinin kendi dışındaki gruplara (outgroups) -örneğin, azınlık gruplarına- yöneltilir. Fromm, bu psikodinamik yapıyı sad-mazoizm olarak ele aldı. Fakat, bu kelime genellikle sapıklık ve nevrozla ilgili olarak kullanıldığı için, genellikle sağlıklı saymadığımız insanlardaki bu tür yapıya yetkeci kişilik dedi.

Horkheimer ve Sosyal Araştırma Kurumu’nun diğer üyeleri Alman işçileriyle ilgili çalışmaların yayınladılar. Adı Studien Über Autoritat und Familie (1936) olan bu kitapta Fromm’un da bir yazısı vardı. Başka Avrupa’lı psikologlar da –özellikle Reich (1933) ve Erikson (1942) psikoanalitik bir yaklaşımla faşizm ve anti-semitizm[1] üzerine yazılar yazıyorlardı. Stagner, (1936) faşist tutumların, birbirine bağlı bir inançlar, tutumlar ve görüşler dizgesi (system) olarak ele alınması gerektiğini savunmuştu; buna karşın, yetkecilik ve toplumsal tutumların kişilik açısından önemli işlevleri konusunda Fromm’la düşünce birliğine varan ilk Amerika’lı psikolog Maslow olmuştur.

O halde, Yetkeci Kişilik kitabının katkısı, öne sürdüğü yeni düşüncelerden çok, anti-semitik ve faşist tutum ile inanç ve değerlerin birbirine bağlılığını ve bu ideolojik dizgenin bireyin kişiliği içerisinde oynadığı rolü görgül olarak ortaya koymasındadır. Psiko-analitik kuramla Amerikan sosyal-psikolojisini birleştirmesi, kitabın katkılarından bir olmuşsa da, asıl önemli olan, yazarlarının, mülakat, tutum ölçeği, yansıtıcı teknik ve istatistik yöntemler kullanarak psikodinamik varsayımların doğruluğunu ölçmeyi başarmalarıdır.

Bu yazımda ben Yetkeci Kişilik kitabının genel yaklaşımını ve en önemli bulgularını özetlemek istiyorum. Özellikle dikkati çekmek istediğim nokta yetkeci örüntüyü (pattern) oluşturan kişilik süreçlerinin karmaşıklığını yansıtan bulgulardır. O zamanki çalışmamızı bugün nasıl gördüğüm ve 1950’den bu yana kişilik ve ideoloji üstüne görüşlerimin nasıl değiştiği üzerinde de duracağım. Ayrıca, bizim kitabımız yayınlandıktan sonra başkaları tarafından yapılan bazı araştırmaları değerlendirmeye ve günümüzde neler yapılması gerektiği konusunda da önerilerde bulunmaya çalışacağım.

Bizim çalışmalarımız özellikle yetkeciliği araştırmak için ya da belli bazı varsayımları sınamak için başlamadı. 1943 yılında Daniel Levinson ve ben anti-semitizm konusunu araştırmak için aldığımız beşyüz dolarlık bir ödülle işe başladık. Bu tür bir önyargıyı ölçebilen bir ölçek oluşturmak başlangıç noktamız olacaktı. Bu ölçekten, elde edilen puanlarla, kişilikle ilgili ya da sosyolojik birçok etmen (factor) arasında sonradan bağıntılar kurulabilirdi. Psiko-analitik kurama bağlı kişiler olarak, kişiliğin bir bütün olduğunu, anti-semitizmin kaynağının kişiliğin derinliklerinde bulunduğunu varsaydık. Ölçek için madde (item) oluştururken de, çoğunlukla, psiko-analitik kuramdan yararlandık.

Bu araştırmayı, bu düzeyde tamamlanacağını ve yeterli olacağını düşünerek yürütüyorduk. Fakat, yeniden ödül almamız, bize, kişilik ve anti-semitizm üzerinde daha dizgesel biçimde çalışabilmek için bir yöntem oluşturma olanağı verdi. Levinson, ben ve bize katılan Frenkel-Brunswik ve Suzanne Richard, hepimiz, anti-semitizm (AS) ölçeğinde çok yüksek ve çok düşük puan almış olan deneklerle mülakatlar yaptık. Kişisel geçmiş ve ideolojinin bir çok alanlarını da içeren bu mülakatlar, ölçeğimizde uç puan almış olan kişiler arasındaki farklılıkları göstermek ve anti-semitik ve faşist propagandaya yatkın olan insanların kişilik yapılarını ortaya koymak için önemli birer kaynak oldu. Bu mülakatlar, TAT[2], Rohrschach[3] ve “yansıtıcı sorularla” desteklendi. Amacımız bütün bu kaynaklardan elde ettiğimiz malzemeyi sayısallaştırabilecek ve kalabalık denek gruplarına uygulanabilir anketlere kaynak oluşturacak biçimde kavramlaştırmaktı. Başka bir deyişle, düşüncemiz, sosyal-psikolojik yöntemlerini dinamik kişilik kuramından gelen kavram ve kuramların hizmetine sokmaktı. Bunu yaparken, “klinik gözlemlere” psikolojisi ile ilgili görüngüleri (phenomena) istatistiksel olarak incelenebilir hale getirmeyi ve tutumlarla fikirlerin sayısal araştırmalarını (surveys) psikolojik açıdan daha anlamlı kılmayı istiyorduk.

Buna karşın, sayısal çalışmalarımızda anti-semitizmden kişilik dinamiğine doğrudan bir geçiş yapmadık. Bunun yerine, deneklerin Yahudiler hakkındaki düşünceleri ile başka insanlar ve konular hakkındaki düşünceleri arasındaki ilişkiyi soruşturduk. Anti-semitik ideolojideki görünüm –yani, genellik (general-ity), önyargılı düşlem (stereotyped imagery), yıkıcı usdışılık (destructive irrationality), tehlike duygusu (sense of threat), kudret ve ahlaksızlıkla ilgili kaygılar (concern with power and immorality)- acaba kişinin grup ilişkileri ve sosyal sorunlar hakkındaki düşüncelerinde de kendini gösteriyor muydu? Böylece genelleştirilmiş önyargıyı –ya da bizim kullandığmız terimler etnosentrizmi (E) ve politik-ekonomik tutuculuğu (PET) ölçmek için ölçekler oluşturduk. [4]

E ölçeğini oluşturan sorular aşağıdaki konularla ilgili idi: (a) Zenciler ve Zenci-Beyaz ilişkileri, (b) başka azınlıklar (bu grup salt etnik grupları değil, fakat azınlıktaki politik partileri, dinsel grupları, yabancıları ve suçluları da içeriyordu), (c) yurtseverlik -(Amerika’yı bir iç-grup (in group) ve başka ulusları aşağı görülecek nitelikleri olan birer dış-grup (out-group) olarak ele alan sorular). Bu ölçek 34 sorudan oluşuyordu ve güvenilirliği yüzde 91’di. Biz bunu etnosentrik ideolojinin yüksek derecede genelleştirilebilir oluşunun bir belirtisi olarak kabul ettik. E’nin ölçeği, anti-semitizm ölçeği ile çok daha geniş bir örüntü olan etnosentrik idelojinin bir ögesi olarak anlaşılmalıdır. Etnosentrizm ile politik tutuculuk arasında da ilişki vardı: E ve PET ölçekleri arasındaki korelasyon yüzde 50’ydi.

İki tür tutuculuk örüntüsü ayırdedilebilir: geleneksel bir laissez-faire tutuculuk ve bir tür yalancı tutuculuk. İkincisi de, hem geleneksel tutuculuğun yararlı olduğuna inanç, hem de deneğin kendini özdeş saydığı kurumları bile yıkabilecek bir düşünce düzeyine yatkınlığı dile getirilmektedir. E ile tutuculuk arasındaki korelasyonun nedenini bu yalancı-tutuculuk sorularından geldiği belirlendi.

Yukarıda anlatılan üç ölçek ve klinik işlemlerle ilgili çalışmalarımıza dayanarak, etnosentrizm ve onunla ilgili tutum ve fikirlerin ortaya koyduğunu sandığımız psikodinamik yapıyı formüle etmeye çalıştık. Eylemin, herzaman, hem kişiliği hem de kişinin içinde bulunduğu ortama dayandığını bildiğimiz için biz bu yapıyı, faşizme yönelik bir gizilgüç (potential for fascism), anti-semitik propagandaya “yatkınlık” (susceptibilitiy) ve anti-demokratik toplumsal eylemlere katılmak için “hazır olma” olarak algıladık. Bu yazının geri kalan kısmında, ben, bu yapıya –şimdiki kullanılışına uygun olarak- yetkecilik diyeceğim. Yalnız şunun bilinmesi gerekir ki, benim burada anlattığıma, bugünlerde “sağcı yetkecilik” denilmektedir.

Aşağıda anlatılacağı gibi, AS ve E ölçeklerinde düşük puan almış –özellikle “katılık” (rigidity) boyutunda düşük puan almış olan- deneklerimizin bazılarının çok yüksek puan almış olanlarla ortak yönlerinin olduğunu gözledik. 1950’den bu yana “solun yetkeciliği”ne dikkatler çekilmiş (Rokeach, 1960) ve politik yelpazenin iki ucunda bulunan kişilerin ortak özellikleri hakkında geniş bilgi elde edilmişti. Bizim burada ki odak noktamız bu ortak yönler değil, politik sağın tutum inanç ve düşüncelerinin belirginliği ve kendi içinde tutarlığıdır.

Yetkeciliğin yapısı hakkındaki varsayımlarımızın en önemlilerini ortaya çıkaran mülakatlar ve yansıtıcı teknikler aynı zamanda onlarla ilgili bazı kanıtlar ortaya koydu –fakat kesin olarak kanıtlamak için daha fazla veri gerekliydi. Örneğin, bazı anket sonuçları gibi, mülakatlar da açık seçik ortaya şu sonucu koydu: Yüksek derecede etnosentrik deneklerin ayırıcı özelliklerinden birisi anne-babalarını ululaştırma eğilimleriydi. Mülakatlar, etnosentrik deneğin anne-babası ile ilişkilerinin bir karşıtlar birliği (ambivalence) gösterdiğini kanıtladı. Ulaştırma ile ilgili tümcelerden uzun bir süre sonra mülakatta bir şikayet ve kendine acıma havası sezinlenmeye başlanıyordu. Anne-babayı açıktan açığa yüceltmenin altında, onlara karşı düşmanlık duygularının yattığı nasıl ortaya konulabilirdi? Yansıtıcı teknikler kullanarak düşmanlık bağımsız olarak ölçülüp, bu iki etmenin (düşmanlık ve ululaştırma) birlikte değişip değişmediğine bakılabilirdi. Ne yazık ki, bu kolay bir iş değildir.

Açık uçlu sorulara verilen yanıtlar ölçek sorusuna dönüştürülebilir. Etnosentrik olan ve olmayan denekler arasındaki farklılıklar hakkında ölçeklerden elde edilen bulguları pekiştirecek pek çok malzemeyi, yansıtıcı sorular ortaya çıkarılabilir. Bundan da önemlisi, yansıtıcı sorulardan elde edilen malzeme, hem açıklama ve yorumlamayı hem de gözle görülür davranışın örüntüsünü açıklayacak alt-eğilimlerin (underlying trends) kavramlaştırılmasını gerektirebilir.

Yansıtıcı sorulardan ikisi şöyleydi: (1) “Hepimizin kendimizi keyifsiz hissettiği zamanlar olur. Sizce, hangi duygular yada duygu durumları (moods) en önemli ya da rahatsız edici olanlardır?” (2) “Hepimizin kendi kendimize ‘bu böyle devam ederse aklımı kaçıracağım’ dediği zamanlar olmuştur. Neler insanın aklını kaçırmasına neden olabilir?” Bu iki soru, -ve kullandığımız diğer altı soru E ölçeği üzerinde yükse ve düşük puan alanlar arasında birçok farklılıklar ortaya koydu. Düşük puan alanları en fazla rahatsız eden duygular bilinçli çatışmalar (conscious conflict) ve suçluluk duyguları, aşk ve bağımlılıkla ilgili engellemeler (frustrations), sevilen şeylere karşı duyulan düşmanlık hissinin bilincinde olma durumuydu; bu kişilere göre, insanları deli edebilecek olan şeyler de psikolojik durumlar ve baskı yapan bir çevre olmaktaydı. Öteyandan, yüksek puan alanlar, gerek kendileri tarafından, gerekse başkaları tarafından eski ve köklü (conventional) değerlerin çiğnenmesinden ya da tehdit edici ve insanı dayanaktan yoksun bırakıcı bir çevreden rahatsız oluyorlardı. Bir de, onlara göre, insanı “deli eden” şeyler, Levinson’un “derinlerden gelen gümbürtüler” adını verdiği şeydi –yani, bastırılmış edilgenlik, kaygı ya da düşmanlık duygularının ortaya çıkaracağı korkusu.

Yetkeci Kişilik Eğilimleri
Bundan sonra, yetkeciliği oluşturan temel kişilik eğilimlerini, anti-semitizm ve etnosentrizmle olan ilişkileri ve yapıları da dikkate alarak, inceleyebiliriz. Bu birbirleriyle ilişkili eğilimler grubu daha sonra, genel bir psikodinamik kişilik kuramı çerçevesinde ele alınacaktır.

Anti-semitik deneklerle yaptığımız konuşmalarda Yahudilerle ilgili suçlamaların çoğunun, bazı tutucu töresel kelimelerle yapıldığını gördük. AS ölçeğindeki sorularda da bu özellik belirgindi. Bize öyle geldi ki, bu denekler, Yahudilerle ilgili kötü bir yaşantı ya da genel kanıya uymayı dile getirmekten çok, geleneksel orta-tabaka değerlerine uyma gereksinimini ve değerlerin çiğnenmesini görmek ya da düşünmekten duyulan kaygıyı getirmekteydiler. Bu kaygı eğilimi kişinin kendi değerler dizgesindeki dengesizliğin sonucu olabilirdi. Biz bu eğilime “gelenekselcilik” (conventionalism) dedik. Bu terim, salt orta-tabaka değerlerine uyguyu (conformity) değil fakat bunlara katı bir bağlılığı ve dıştan gelen toplumsal baskılara karşı uyanıklığı ifade eder.

Yetkeye boyun eğme, güçlü bir önder arzulama, kişinin devlet gücüne sorgusuz başeğmesi uzun zamandan beri Nazi inancının önemli ögeleri olarak öne sürülmüştü. Önyargılı deneklerimizle yaptığımız mülakatlarda da bu temaların ortaya çıkması bizim için şaşırtıcı olmadı. Yetkeye başeğme, varolan yetkeye karşı duyulan dengeli ve gerçekçi bir saygı değil, abartılmış, duygusal bir başeğme gereksinimidir. Tutuculukta olduğu gibi, burada da kişi kendi içindeki bilince yönelik olmaktan çok, dıştan gelen kuvvetlere yöneliktir.

Kavramsal olarak yetkeci başeğme, “yetkeci saldırganlık”la yakından ilişkilidir. Kurama göre, her iki tutum da, başlangıçta anne-babayı kapsayan yakınlar grubundaki yetkeye karşı duyulan düşmanlık duygusundan ortaya çıkmaktadır. Kişi, bu düşmanlık duygusunu iç-grup yetkelerine karşı abartılı bir saygı, itaat ve minnet duygusu gösterecek ve duyduğu düşmanlığı dış-gruplara yönelterek örtmek ister. İşte, yetkeci saldırganlık ile etnosentrizm arasındaki en önemli ilişki budur. Burada düşmanlık duygusuna başka yön verme eğilimi önyargının her zaman görülen şekillerine oranla daha genelleşmiştir. Yani, pek çok değişik insan ve eylem nefret edilen nesneler haline gelebilmektedir. Ayrıca, kişinin öteki insanları cezalandırmak istediği eylemle ya kendisinin de yapmış ve cezalandırılmış olduğu ya da bilinç altında yapma isteği duyduğu fakat yaparsa cezalandırmayı hak edeceğini düşündüğü eylemlerdir. Bundan başka, yüksek önyargılı deneklerimiz, hem mülakatlarda hem de AS ve E ölçeği sorularında serbest bir duygusal yaşama, pratik olmayan, entellektüel ve kuramsal şeyler karşı olduklarını ve bu özellikleri dış-gruplara yansıtma eğilimleri olduğunu gösterdiler. Bu tutumların önyargı ile ve biraz önce tartışılan kişilik eğilimleri ile ilişkisini açıklamak için de elimizde bir karam vardı. Anne-babasına ve diğer güçlü görünen kişiler karşı duyduğu düşmanlık hissini bastırmış ve böyle bir sürekli başeğme durumunda olduğu için kendine olan sayısını yitirmi olan kişi, doğaldır ki, bilinç alanının sınırlı tutmak zorunda kalacaktır. Özbilişinin (self-awareness) derinleşmesi, alışageldiği yum biçimin geçersiz kılabilir. Bu kişi gerçek duygularından korkacaktır çünkü çocuklarını (emotions) baskı altında tutmayabilir; insanla ilgili görüngüleri düşünmekten korkacaktır, çünkü “yanlış” şeyler düşünebilir.

Dışarıya açımlama kendi hakkında bilgi edinilmesine karşı olan (anti-interocktion, Murray-1938) diye adlandırdığımız şey böyle bir kişiyi betimlemektedir. Bu, duygulara, düşlemlere spekülasyon ve benzeri öznel görüngülere karşıt bir tutumu yansıtır.

Bu tür bilinç alanı darlığı, yüksek önyargılı kişilerde görülen iki diğer eğilimle de yakından ilişkilidir: batıl inançlar (superstition) ve tektipçilik (stereotypy). Batın inançlar, kişinin, sorumluluğu kendinden uzaklaştırıp, denetleyemediği dış güçlere atfetme eğilimidir. Bunlar kişiye, yazgısının yönünü saptayan mistik ya da mantık dışı kuvvetler olarak görünür. Tektipçilik ise, katı ve çok yalın kategoriler içinde ve herşeyi ak ya da kara olarak ayırıp düşünme eğilimini belirler. Bu, özellikle psikolojik ve toplumsal konularda belirginleşir. Bizim varsayımımız şuydu: aslında “zeki” olan birçok kişi toplumsal olayların açıklamasını yaparken bazı ilkel nedenlere başvurabilirler, çünkü yeterli bir açıklama yapmak için gerekli olan gözlem ve düşünceleri hesaba katmaktan çekinirler. Bunun nedeni sözü geçen düşüncelerin duygu yüklü ve endişe uyarıcı (bir duygusal yönü) olması ve bunların bilinçüstüne çıkmasından korkulmasıdır. Buradaki varsayım, önyargıyı oluşturan bir günlük görüngünün batıl inançlar ve tektip düşünceler olduğudur.

Yukarıda da öne sürüldüğü gibi, kişi, tümüyle yakınlık duymadığı güçlere başeğmeye zorlandığı zaman, kendisinde bir zayıflık duygusu oluşmakta ve onu sürekli olarak rahatsız etmektedir. Böyle bir duyguyu itiraf etmek, kendine saygıyı zedeleyeceği için, kişi bu duyguyu yadsır. Bunu, bazen dış-gruplara yansıtmak (“ben zayıf değilim, onlar zayıf” formülü), bazen de aşırı ödünleme mekanizmasını kullanarak, dünyaya kuvvet, kudret ve dayanıklılığını göstermeye çalışmak yoluyla yapabilir. Bu “kudret karmaşası” (power complex) aslında birbirinin karşıtı olan etmenleri içerir. Odak noktası güç olan kişi hem güçlü olmayı arzular hem de gücü ele geçirip kullanmaktan çekinir. Üstelik, başkalarında gördüğü “güç” ve kudrete de hayrandır ve bu güce başeğme eğilimindedir ama bu başeğmenin ortaya çıkaracağı zayıflıktan da utanç duymaktadır. Bunu çözümlemek için kişi güçlü kimselerle dostluk kurar ve böylece hem kudretli olma hem de kudrete boyun eğme gereksinimlerini doyurmuş olur.

Yetkeci saldırganlık, düşmanlık (hostile) tepilerinin (impulse) ortaya çıkmasına geniş olanaklar sağlıyorsa da, bizim önyargılı deneklerimizin pek çoğu başka olanaklara da gereksinim duyarlar. Gereksinimlerinin doyurulmasına karşı çıkan bir çok dış kısıtlama nedeni ile olsa gerek, bu deneklerde genelleştirilmiş düşmanlık duygusu yaygındı. Bu duygu, mantıkileştirmek (rationalization) ya da haklı çıkarıp, mazur göstermek (justification) olasılığı olduğu zamanlarda ortaya çıkmaktaydı. Bu tür, nedeni uydurulmuş, benlik tarafından kabul edilmiş (ego-accepted) saldırganlığı (yetkeci saldırganlık hariç) biz, yıkıcılık (destructiveness) ve alaycılık (cynicism) olarak adlandırdık. Bizim dilimizde (terminology), alaycı kişi (the cynic) kendi saldırganlığına, aynı tür saldırganlığı herkese izafe ederek (attribute), bir neden uyduran kişidir. Ona göre, komşularıyla geçinmemek, onları sömürmek “kişinin doğası”dır.

Yukarıda betimlenen menazima bir tür yansıtma (projection) mekanizmasıdır. Gerçekten de yansıtma mekanizmasının önyargı kuramında önemli bir rolü vardır, zira kişinin psikolojik yapısan bir çeşit düzen getirir. Bilinçli benliğe (conscious ego) girmesine izin verilmeyen tepiler dış-gruplara yansıtılır. Yansıtıcılığı (projectivity) kişiliğin bir özelliği olarak kabul ettik; bu özellik, yansıtmanın hangi nesne üzerine yapıldığına bağlı değildir. Çoğunlukla, sürekli olarak, dünyadaki kötü güçlerle, suikastlerle, gizli planlarla (plot), cinsel ilişkilerle zihin uğraşması olarak görünür.

Önyargılı deneklerimiz seks konusunda kısıtlamalar ve diğer insanların cinsel davranışları hakkında ahlak yargıları ortaya koydukları için seksle ilgi konusuna ayrı bir yer ayırdık. Bu kişilerin dış-gruplara izafe ettikleri geleneksel değerlerin kırılıp bozulması olayında cinsel ahlaksızlık da yer alıyordu. Bu tür benliğe yabancılaşmış (ego-alien) cinsellik, önyargılı kişinin tipik bir özelliğidir.

Yetkeciliğin kökeni üzerinde yaptığımız araştırmalara yol gösteren varsayımlardan biri, kişilik yapısının bu tür odak noktalarının başlangıcının ilk çocukluk yaşantılarında bulunabileceğidir. AS ve E ölçeklerinde az ve çok puan almış olan deneklerin çocuklukları hakkındaki bilgilerin farklılığına bakarak ve bu farklılıkları kişilik gelişimi ile ilgili çağdaş bilgi ve kuramların ışığında inceleyerek akla yakın bir anlatım ortaya koyabiliriz. Bu noktada, ölçeklerde yüksek ve düşük puan almış olan deneklerin çocukluk yaşantılarını kısaca karşılaştırmak yararlı olabilir. Yüksek puan alan erkekler babalarını uzak ve katı olarak betimlerken, düşük puan alanlar rahat ve yumuşak olarak betimlediler. Yüksek puan alan kadınlar babalarını çalışkan ve ciddi olarak görürlerken, az puan alan kadınlar babalarını entelektüel ve rahat olarak gördüklerini belirttiler. Yüksek puan alan hem kadın hem erkek denekler annelerini müşfik, özverili (self-sacrificing) ve boyun eğici (submissive) olarak bitimlerken, az puan alan denekler annelerini sıcak, anlayışlı ve sokulgan olarak adlandırdılar. Yüksek puan alan erkekler annelerinin ahlaki konulardaki katılığını vurgularken, düşük puan alan erkekler annelerinin entellektüel ve estetik ilgileri üzerinde durdular. Yüksek puan alanlar, annelerini “ahlak örneği”, “korkutucu” ve “kısıtlayıcı” olarak nitelerken, düşük puan alan kadınlar, annelerini daha ayrıntılı biçimde tanıdıklarını gösteren bilgiler verdiler.

Genellikle, yüksek puan alanların anne-babalarını anlatımları oldukça ayrıntısızdı. Bunlar, mülakatın başlangıcında “tektipçi” ve “idealleştirilmiş” şeyler söyleyip, ancak ayrıntılar hakkında soru sorulduğu zaman, olumsuz özelliklerden sözettiler. Buna karşın, düşük puan alan denekler genellikle daha nesnel değerlendirmeler yaparak, anne-babalarının iyi ve kötü yönlerini açık bir şekilde verdiler. Yüksek puan alanlar anne-babalarının yaşamlarında herhangi bir çatışma olmadığını ve evdeki egemenin baba olduğunu belirtirlerken düşük puan alanlar, arasıra çatışmalar olduğunu gerçekçi bir biçimde anlatıp, ev yaşamının genellikle anneye yönelik olduğunu belirttiler.

Yetkeciliğin kökenini kişilikte arayan bu tür bir yaklaşım aile içindeki ilk yaşantılara ağırlık vermektedir. “Anne-babaları çocuklarında yetkeciliği yerleştirecek şekilde davranmaya iten nedir?” diye sorabiliriz. Bu soruyu kendilerinin de yetkeci olduğu biçiminde yanıtlayamayız, çünkü böyle bir yanıt yetkeciliğin kökenlerini geçmişteki belirsiz bir zamana atmış olur. Bunun yerine, kişiliğin içinde geliştiği aile yaşamının sürekli olarak, ekonomik, toplumsal, tarihsel birçok süreçlerden geçtiğini hatırda tutmalıyız. Bu tür süreçlerin deneklerimizin anne-babalarını ne biçimde etkilemiş olabileceği konusunda herhangi bir araştırmaya girişmedik fakat bazı spekülasyonlar ortaya attık. Örneğin, çabuk yükselmiş olan ve yeni statüleri içinde kendilerini güvensiz hisseden orta tabakadan anne-babalar çocuklarını yetkeci eğilimler geliştirecek şekilde disipline etme eğilimindedirler. Yani, kişiler, hem geçmiş hem şimdiki toplumsal çevrenin etkisi ile yetkeci şekilde davranabilir, hatta kişiliklerinde yetkeci uzantılar geliştirebilirler.

Eğer, bugünkü sosyal durumlar ve süreçler anne-babaların çocuklarına karşı olan davranışlarını belirliyorsa, aynı durum ve süreçler bu anne-babaların dış-gruplara karşı davranışlarını da belirlemez mi? Bir çok sosyal bilimci böyle düşünmüştür. Gerçekten de, biz çalışmamıza başladığımız sıralarda çağdaş ekonomik ve toplumsa etmenlerle süreçlerin, azınlıklara karşı duyulan önyargının belli başlı belirleyicileri olduğu kabul ediliyordu. Düşündük ki, daha içe dönük (inward) daha bireysel etmenler gözden kaçırılmıştı, ve biz onlara gereken önemi vermeliydik. Buna karşın, yine düşündük ki, gözlenebilen davranışların belirlenişlerinde olduğu gibi, ideolojilerin ortaya çıkışında da hem kişilikle hem de ortamla ilgili etmenler rol oynar ve bir açıklama yaparken bu iki tür etmenin de rolü iyice ölçülüp, saptanmalıdır. Buna göre, anti-semitizm ve etnosentirizmin parasal gelir ve meslekle ilişkisini, politik, dinsel ve başka sosyal gruplardaki üyelikle ilişkisini ve sosyal bilimcilerin gözdesi olan iki etmenle –eğitim ve zeka- ilişkisini inceledik. Buna karşın, bizim yöntemlerimiz bu etmenlere gereken ağılığı verecek şekilde düzenlenmemişti. Bunun asıl nedeni de bizim 2099 deneğimizin hemen tümü orta sosyoekonomik sınıftan beyaz (ırktan), Yahudi olmayan ve yeni göçmen olmayan Amerikalılardan oluşmuş olmasıydı.

Etnosentirizm ile sosyo-ekonomik etmenler ya da sosyal gruplara üyelik arasında basit bir ilişki bulamadık. Salt, deneğin babasının geliri yükseldikçe E ölçeğinde alının punalarda bir düşme eğilimi görülüyordu. Anne-babanın hangi dinden oldukları da etnosentirizm için önemli bir etmen oluşturmuyordu.

Zeka ve eğitim, yetkeciliğe etki yana etmenler olarak ele alınmalıdır fakat biz bu etmenleri dizgisel ve bütünsel olarak araştırabilmiş değiliz. Birçok denek grupları için şu ya da bu standard zeka testinden alınan puanlar elimizdeydi. Öyle ki, deneklerimizden 560’nın zeka puanını biliyorduk: çoğu 100 ya da üzerindeydi. Zeka düşüklüğü ile etnosentirizmin arasındaki düşük fakat güvenilir bir ilişki vardı. Burada ilişkinin düşüklüğüne mi yoksa güvenirliliğine mi daha çok önem verilmesi gerektiğini söylemek zor. Önyargının toplumsal olgunlukları anlamada bir tür saflık olduğu çok söylenmiştir. Fakat saflık mı etnosentirizmi, yoksa etnosentirizm mi saflığı doğurmaktadır? Daha kapsamlı puanları içeren örneklemlerin zeka testi puanları ile etnosentirizm arasındaki ilişkini ne olduğu ve zeka ili psikodinamik süreçler arasındaki karşılıklı ilişkinin nasıl formüle edileceği soruların yanıtlamayı gelecekteki araştırmalara bırakmak zorunda kaldık.

Doğaldır ki, zeka, eğitim düzeyi ile ilişkilidir. O halde, etonsentirizm ile eğitim düzeyi arasında hafif düşük bir olumsuz korelasyon bulmamız şaşırtıcı olmasa gerek. Deneklerimizin ancak çok az bir bölümü 11 yıldan az eğitim görmüş olduğu için bizim örneklemimiz yüksek eğitim düzeyi doğrultusunda yanlıydı (biased). Buna aynı eğitim düzeyindeki denekler arasında da epeyce farklılık vardı. (Başka bir deyişle) yüksek zeka düzeyinde, üniversite mezunu olmak etnosentirizme karşı bir güvence sağlamıyordu.

F Ölçeği
Yukarıda betimlenen görgül ve kuramsal çalışmalar bittikten sonra, kişilikteki faşizm gizilgücünü ölçmek için bir ölçek oluşturuldu. Yapmak istediğimiz, salt, azınlık gruplarını adını anmadan (yani, yahudiler, rumlar, vb. demeden) önyargıyı ölçmek değil, aynı zamanda faşist gizilgücünü niceleştirmek ve bunun değişik denek grupları için saptanabilmesini sağlamaktı. Bunu yaparken düşüncemiz şuydu: Anti-semitizm ve etnosentirizmde kendini gösteren kişilik özellileri (personality dispositions) başka biçimlerde de kendini gösterecektir. Örneğin, eğer bir deneğin Yahudilere zayıflık izafe etmek eğilimi kendisindeki bir zayıflık korkusundan ileri geliyorsa, bu korku deneğin kendi güç ve kudretini abartarak vurgulaması biçiminde de ortaya çıkabilirdi.

Adına F ölçeği (Faşizm öncesi-prefascism) dediğimiz ölçekteki herbir maddenin, önyargı ile ilişkisi konusunda bir ya da daha çok varsayım vardı. Bu varsayımların temelinde yatan daha önce yapılmış araştırmalar, mülakatlardan ve TAT’dan elde edilen bilgiler ve anti-semitizm ve faşizm konusundaki görgül ve kuramsal genel literatürdü.

Belirtilmesi gereken bir konu da F ölçeğindeki her maddenin olumlu yönde söylenmiş olduğudur. O halde, maddelerle aynı düşüncede olmak (agreement with items) faşizm gizilgücü olarak ele alınır. Bunu yaparken, anti-semitizm ölçeğinde kullandığımız bir yöntemden yararlandık. II. Dünya Savaşı sırasında anti-semitik propagandaya yatkınlığı ölçerek, aynı anda hem anti-semitik tutumu ifade eden hem de sözde demokratik bir görünüm taşıyan ifadeler kullandık. Amacımız deneğin anti-demokratik bir ifadeyi ne dereceye kadar çekici bulup buna katılacağıydı. Bu ölçek üzerinde yüksek ve düşük puan almış olan deneklerle yaptığımız mülakatlar bize ölçeğin anti-semitik olan ve olmayan kişileri ayırdetmekte kullanılmaya elverişli olduğu kanısın verdi. F ve E ölçeklerindeki maddeler içerik açısından faşist eğilim ifade ediyordu ve denek kendisi hakkında taşıdığı demokratik olma inancını bozmadan bu maddelere katılabilecekti.

Son biçimiyle F ölçeğinde 30 madde varı ve yarım-test yöntemiyle saptanan güvenilirliği yüzde 90’dı.

Yetkecilik sendromunu oluşturan bütün değişkenlere F ölçeğinde yer verildiğini söyleyemeyeceğimiz gibi, hangi değişkenlerini en önemli olduğunu da kesin olarak söyleyemeyiz. Gerçek olan, kişiler arasında belirgin farklılıklar ortaya koyan bir ölçek elde ettiğimizdir.

F Ölçeği Bağıntıları
Yukarıdaki örüntülerden bazıların ortaya koyan kişileri tanıyan ve bu tür kişilerin derinlemesine incelemelerin yapmış olanlara, bütün bu karmaşanın basitleştirilip, 30 maddelik bir ölçekte ele alınabileceği olanaksız görünebilir. Araştırma grubumuzun üyeleri de bu görüşe katılmaların karşın, biz, derinlemesine psikolojik süreçlere istatistiksel işlemle uygulamak arzusunda ısrar ettik. Bu bize salt, kişiliğin örgütlenmesi ve işleyişi hakkında bilgi vermekel kalmayacak, aynı zamanda, klinik bulgularımızı sayısallaştırma yoluyla Amerikan sosyal bilimcileri gözünde, araştırmamıza saygınlık kazandıracaktı. Bizce önemli olan, Yahudilere ya da bir başka azınlık grubuna atıf yapmayan bir anti-semitizm ve ırkçılık endeksi elde etmekti.

Lowenthal ve Guterman (1949), Adorno (1946) 1930’larda Amerika ve diğer ülkelerdeki faşist kışkırtıcıların Yahudileri hiçbir zaman odak noktası yapmadıklarını ortaya koymuşlardı. Faşist kışkırtıcılar, “Uluslar arası bankerler”, “kan emiciler”, “anarşistler” gibi olumsuz sözcükler kullanmakla yetinmişler fakat “kan dökülmelidir” dedikleri zaman da, herkes kimin kanın akıtılmasından sözedildiğini anlamıştır. Bu nedenle, bazı azınlık gruplarına karşı düşmanca tutumlar içeren ölçek ve maddeler sadece salt bu azınlıklara karşı haksızlık etmekle kalmayacağı, faşizmin ve ırkçılığın tüm niteliklerini de yansıtamayacağı düşünüldü. Bu düşünceye ve verilere dayanılarak oluşturulan F ölçeğinin, sonuçta, araştırılmak istenen kişilik özelliklerini oldukça iyi yansıttığı görülmüştür.

Deneklerimizin (sözel davranışlarından ayrı olarak) politik açıdan önemli, gözle görülebilir davranışları hakkındaki tek bilgimiz üyesi oldukları gruplardı. Önceden de belirtildiği gibi, tek başına (as such) sosyoekonomik düzeyin ne dereceye kadar etnosentirizmin bir belirleyicisi olduğunu bilemiyorduk; ancak bazı gruplardaki üyeliğin yetkeci bir görüş açısının ifadesi olduğu konusunda kanıtlar vardı. Genelde, düşük puan alan gruplarla yüksek puan alan gruplar arasındaki temel fark düşük puanlı grupların amaçlarında liberal, ilerici ya da insancıl tutum ve düşünceler varken, yüksek puanlı gruplarda bu tutum ve düşüncelerin görülmemesiydi.


Başvuru:

ADORNO, T. “Anti-Semitism and Fascist Propagando.” In E. Simmel (Ed), Anti-Semitism: Asocial Discase., New York: International Universities Press, 1946.

ADORNO, T., FRENKEL-BRUNSWIK, E., LEVINSON, D., AND SANFORD, N. The Authoritarian Personality. New York; Harper, 1950. With a preface by Max Horkheimer.

BAY, C. The Structure of Freedom. Stanford, Calif.:Stanford University Press, 1958.

CHRISTIE, R., AND JOHODA, M. (Eds) Studies in the Scope and Method of “The Authoritarian Personality”. New York: Free Press, 1954.

DICKS, H. V. “The Authoritarian Personality: A Critical Appreciation” Human Relations, 1951, 4, 203-211.

ERIKSON, E. H. “Hitler’s Imagery and German Yonth.” Psychiatry, 1942, 5, 475-493.

FROMM, e. Escape From Freedom, New York: Holt, 1941.

GREENSTEIN, F.I. Personality and Politics. Chicago: Markham, 1969.

HORKHEIMER, m. (Ed.) Studien über Autoritat und Familie, Paris: Alcan 1966.

LOWENTHAL, L., AND GUTERMAN, N. Prophets of Deceit. New York: Harper, 1949.

REICH, W. The Mass Psychology of Fascism. (3rd Ed.), New York: Orgone Press, 1946.

ROKEACH, M. The Open and Closed Mind: Investigations into the Nature of Belief Systems and Personality Systems. New York: Basic Books, 1960.

STAGNER, R. “Fascist Attitudes: Their Determining Conditions” Journal of Social Psychology, 1936, 7, 438,454.

Dipnotları:

[1] Anti-semitizm: Yahudi düşmanlığı
[2] TAT (Thematic Apperception Test) bir dizi kartta bulunan resimlerin denek tarafından yorumunu içeren yansıtıcı bir test tekniği.
[3] Rorschach Test, TAT’a benzer, sadece kartlarda mürekkep lekelerinden oluşan şekiller uyarıcı olarak kullanılır.
[4] Etnosentrizm: Etnosentrizm, genelde, iç-grup normlarına bağlı kalmak, tutum ve davranışta bu normları benimsemek, diğer gruplara (dış gruplara) ve normlarına düşmanca tavır alma anlamına gelmektedir.

2 yorum:

umur gürsoy dedi ki...

Sayın Batmaz,
Üçüncü paragrafta "..Fromm, bu yapıtta çağdaş bütüncülük (totalitarianism) ile .." cümlesinde kullandığınız 'bütüncülük'; 'bütüncü' sıfatının isim hali olan tümelcilik, holistiklik demek oluyor. Anlatmak istediğiniz totaliterlik anlamını kaydırmamak için bir fazla 'l' harfi ile sizin 'bütüncüllük' demeniz gerekirdi.
Pekçok yerde harf düşmesi olmuş, ama güzel bir metin çevirmişsiniz. Pekçok yeni öztürkçe sözcük öğrendim. Ayrıca konu çok ufuk açıcı ve zaman olarak çok zamanında olmuş. Ufuk açıcı idi.
Sevgilerimle
Umur Gürsoy

Medyapoliten dedi ki...

Umur Gürsoy'a:
Teşekkürlerimle, düzeltildi...