13 Ocak 2007

TESEV ARAŞTIRMASI ELEŞTİRİSİ 2

GÖBEĞİNİ AÇANLAR ve KAPATANLAR

Prof. Dr. Veysel Batmaz, İstanbul Üniversitesi

VERSO-Siyasal Araştırma Merkezi için Prof. Dr. Veysel Batmaz tarafından kaleme alınmış ve 600’ün üzerinde kanaat önderi, karar verici ve medyacıya dağıtılmış bulunan, “KASIM 2006, Değişen Türkiye’de Din, Toplum ve Siyaset: TESEV RAPORU ANALİZİ” adlı yedi sayfalık eleştirilerimizin bir kısmına, sözkonusu TESEV raporunu hazırlayan Profesör Binnaz Toprak ve Doçent Ali Çarkoğlu, (bundan sonra “araştırmacılar” olarak anılacaklar) Radikal’de, 6-7 Aralık 2006 tarihinde cevap verdiler. Yazılarının başlığı şöyle: “Din ve Siyaset İlişkisi ve Sosyal Bilimleri Tartışmak: Başını Açanlar ve Kapatanlar” Her ne kadar yazıda sosyal bilim tartışılmıyorsa da, başlık böyle.


Tüm medyada ve araştırmacıların deyişiyle “kamuoyunda,” bu araştırma sonuçlarına yönelik eleştirileri, bilimci ahlâkına sığmayan bir biçimde anonim ve toptan cevap vermenin, sosyal bilimlerce ne demek olduğu tartışmasına fazla girmeden, bu yazıda, cevaba cavap niteliğinde bazı görüşlerimizi kamuyla paylaşmayı uygun bulduk. Bunun nedeni, doğaldır ki, sosyal bilimci ve siyasal analizci olarak bilimsel eleştiriyi yükseltmek ve bazı yanlış bulduğumuz noktaları kamu ile paylaşmak olsa da, daha önemli bir görevimizin, sosyal gerçekliği çarpıtan, karar verme işlemlerini dumura uğratan manipülatif bilimsel girişimleri de deşifre etmek olduğu aşikârdır.
Manipülasyon olarak tanımladığımız bu duruma açıklık getirmek istiyoruz: Araştırmacıların, “Akademik camia ve medyadan araştırmamızı tartışanlardan bazıları 'raporumuzu' okuduklarını, ancak sadece tablolar ve şekillerden ibaret olduğu ve yorum içermediği için eksik bulduklarını dile getirdiler... TESEV'in bir-iki hafta içinde yayımlayacağı 107 sayfalık raporumuzda, metodoloji ve verilerin yorumu hakkında uzun tartışmaları içeren bölümler vardır. Sunumda kullandığımız grafikler yerine raporun kendisinde tablolar ağırlıktadır. Sosyal bilimlerde kullanılan kantitatif metotlar hakkında bilgisi olanlar umarız yayımlandığında raporun aslını okur ve itirazlarını daha net bir şekilde kamuoyuyla paylaşırlar.” demeleri Türkiye’de sosyal bilimlerin içine düştüğü kepazeliğe bir örnektir. Yani, araştırmacılar demektedirler ki, “biz daha henüz araştırma raporumuzu yayınlamadık, medyaya TESEV tarafından sunulan bazı verilerimizi yanlış ve eksik okumuşsunuz, asıl raporumuz doğrusunu söyleyecektir.” İşte bu nokta, tam bir manipülasyon sinsiliği kuşkusunun sisi ile örtmektedir araştırmacıların “bilimsel” çabalarını. Bir biliminsanı sonul noktayı koymadan, sadece “verilerini” ve bulgularını medya aracılığı ile öyle gelişi güzel “kamuoyuna” (!) neden sunar? Ya da, ne zaman sunar? Üstelik, araştırmacılarda, “şaşkınlık yaratan,” Türk medyasının içinde bulunduğu durumu bilen her sosyal bilimcinin kolayca kestirebileceği, medyada TESEV raporunu tartışanların [Burhan Kuzu gibi anayasa profesörlerinin ve Nazlı Ilacak gibi hukukçu siyasetçilerin] ve medyanın kendisinin [Derya Sazak gibi gazetecilerin] “yanlış bilgi ve yorumlara” sahip olabileceğinin bilinmesi gerekirken, bir biliminsanı nasıl olmuştur da, bu tür bir aceleciliğe kapılmıştır? Buradaki soru şudur ve araştırmacılarca açık bir biçimde yanıtlanmalıdır: TESEV mi istemiştir bu erken sunumu? Haziran 2006 ayında verileri toplanmış olan bir araştırma 2006 Kasım sonuna kadar beş ay beklemişken, bir “iki hafta” daha bekletilemez miydi? Bu soruların yanıtı ne yazık ki, araştırmacıların TESEV manipülasyonuna alet olduklarını göstermektedir. Zaten VERSO-Veysel Batmaz’ın eleştirileri de, araştırmacılara yönelik bir manipülasyon suçlamasını içermemekte, sadece TESEV’in Türk kamusuna sunduğu her araştırma ve raporunda, sinsi bir zamanlama, siyasal koşulların ince hesabı, toplumsal sorunların zekice bir çözümlemesinin sonucunda oluşan, genellikle de başarısız sonuçlara varan bir manipülasyon girişimi olduğuna yöneliktir. Bu manipülasyon çabalarına, daha masumca söylersek, aslında, ulusal yapıya, neo-liberal/dinci/global sermaye güçlerince yapılan ve yaptırtılan bir müdahale de demek mümkündür. Ampirik sosyal bilim üzerine tartışacakların, her şeyden önce C. Wright Mills’i okumalarında büyük yarar vardır.


Araştırmacılar, Radikal’de yayınladıkları yazılarlarla, VERSO-Veysel Batmaz eleştirilerinin yanıtını verememektedirler; bu eleştirilerimizi okuyup okumadıklarını da bilmiyoruz; başka eleştirilerin yanıtlarını verip veremediklerini de doğrusu izlemedik; sadece ikinci yazılarının (7 Aralık 2006) girişindeki şu cümle ile, zamanlama konusunda neden beş ay gecikildiğinin mazeretini söylemektedirler. Bizim de temel eleştirilerimizden biri buydu. Okuyalım: “Son olarak, görüştüğümüz kişilerden bazıları, mayıs-haziran ayları arasında yürütülmüş bir araştırmanın neden beş aylık bir gecikmeyle kamuoyuna sunulduğunu, bu zamanlamanın tam da devletin en üst kademelerinden laikliğin tehdit altında olduğu yorumu yapılmışken AKP iktidarını 'aklamak' amacıyla yapılıp yapılmadığını sorgulamışlardır. Önce şunu belirtelim ki, aşağıda özetlediğimiz araştırma sonuçlarının ne laikliğe ne de İslam'a duyarlı kesimler açısından daha olumlu bir tablo çizdiğini düşünüyoruz. Her iki kesimin de araştırmamızın sonuçlarından çıkarsayabileceği 'ters' bulgular mevcuttur. TESEV yöneticilerinin sonuçların hemen açıklanması ısrarına rağmen beş aylık gecikmenin ise çeşitli nedenleri vardır. Bunlar arasında, en başta, toplanan verilerin incelenmesinin, kategorize edilmesinin, tabloların hazırlanmasının, çapraz çözümlerin yapılmasının ve 107 sayfalık bir raporun yorumlarla birlikte kaleme alınmasının zaman aldığını sayabiliriz. Bunlara ilaveten, araştırma sonuçlarının elimize geçtiği haziran ayının ikinci yarısında ve temmuz başlarında katıldığımız çok sayıda yurtdışı sempozyumunu, araştırmacılardan birinin ağustos ayında akademik nedenlerle yurtdışında bulunuşunu, eylülde yeni ders yılının hazırlıklarıyla meşgul olduğumuzu ve tüm bu sürede araştırmaya ciddi olarak eğilemediğimizi sayabiliriz. Ayrıca, bu tür bir sorgulamayı en ılımlı ifadeyle 'garip' bulduğumuzu da belirtmek isteriz.”


Bu mazeretler geçerli mazeretlerdir ve biz bu tür gecikmelerin olabileceği bilincinde olan kişileriz. Ancak sorguladığımız, araştırmacıların neden geciktiği değil, daha önce de belirttiğimiz gibi, neden tam anlamıyla bitirilmemiş olan araştırma raporunun yayınlanmasından önce ve erken “kamuoyuna” sunulduğudur. Yani, rapor tamamlanmamışken, sunumun yapıldığı zamanlamadır, buradaki sorumuz. Zaten araştırmacıların şu cümlesi de bizi doğrulamaktadır: “TESEV sonuçların hemen açıklanmasında ısrarlı” olmuştur. Neden? Araştırmanın medyaya sunumunun, hemen beş ay sonra, ama nedense, politik ortamın çeşitli nedenlerle kızışacağı ve sürecin ne yöne gideceği ile ilgili ilk salvoların atılması gereken bir ayda, ikili seçim yılının hemen öncesinde, Kasım 2006’da, 107 sayfalık araştırma raporunun daha henüz tamamlanmadığı bir zamanda yapılmasının açıklaması nedir? Burada başka bir durum daha vardır. Bu tür küçük örneklemli araştırmalar, hızla yapılabilir ve ölçümleri zaman yıpranmışlığına uğramadan açıklanabilir. Ya da, çok temel bilimsel araştırmalarsa bunlar, daha da fazla beklenebilir. Kasım 2006, TESEV’ce neden seçilmiştir?

Araştırmanın bu zamanlama manipülasyonlu sunumunun dışında, araştırmacıların hiç değinmediği “veri” ve bulguların sunumu ile ilgili de verisel manipülasyon kuşkularımız mevcuttur. Daha önceki yedi sayfalık analizimizde bunların önemli bir kaç tanesini belirtmiştik. Şimdi ise, araştırmacıların sadece Radikal’de iki gün yayınladıkları savunu-cevap yazılarındaki tutarsızlıkları ve “mert kıpti” özellikleri gösteren, araştırmanın istatistik bulgularının araştırmacılarca yorumu ile ilgili olanlarını sergileyeceğiz. Hem biraz önce belirttiğimiz zamanlama manipülasyonu, hem de araştırmanın tabloları ile ilgili bazı manipülatif kuşkuyu, bu sergilememiz daha fazla açıklığa kavuşturacaktır. TESEV araştırmacılarına, bu olanağı bize tanıdıkları için müteşekkiriz.


Araştırmacılar, temsilî bir örneklemle yaptıklarını iddia ettikleri araştırmalarını savunurken şunları söylemektedirler: “...örneklemimize dahil kent ve kırsal alanların, örneğin, AKP'nin güçlü olduğu ya da toplumsal sorunların az olduğu bölgelerden seçilmiş olabileceğini ima edenler oldu. Örnekleme dahil edilecek birimleri istenilen sonuçları elde etmek üzere 'ayarlamak', bilinçli bir çabayla çarpık sonuçlar üretmek amacını taşır. Bundan kaçınmak bilimsel etiğin tanımı gereğidir ve çalışmamızda bu tanıma harfiyen uyulmuştur.” Ancak, TESEV araştırmasının sunumunda ise şu cümlelerinin olduğunu daha önce belirtmiştik: “23 İlde gerçekleştirilen görüşmelerin yapılacağı mahalleler, araştırmacılar tarafından belirlenmiştir...” (TESEV Raporu, s: 3). Bu nasıl olmaktadır? Hem mahalleler araştırmacılarca belirlenecek; hem de “‘ayarlamaktan’ kaçınılmış olmak” iddia edilecektir. Araştırmacıların, kendilerini savunurken kullandıkları kelimeler bile, lapsüs gibi endişelerini dile getirmektedir. Tırnak içinde de olsa, ‘ayarlamak’ gibi bir kelimeyi kullanmak, bilimcilerin işi değildir. Biz bile bu durumu eleştirirken, bilimsel bir terminoloji kullanmış, araştırmacıların yaptığına, “yanlı (biased) olmak” demiştik. Burada araştırmacılarca kullanılan “ayarlamak” sözü lapsüstür.


Bu garip ve araştırmayı baştan bozan durumu itiraf ettikten hemen sonra ise şöyle devam etmektedir araştırmacılar: “Örneklemimiz, son 10 yılda sosyal bilim çalışmalarında kullanılan örneklem seçim metotlarına göre belirlenmiştir. Türkiye'deki veri tabanları kullanılarak örnekleme dahil edilecek kent ve kırsal alanlardaki kişiler rastlantısal seçilmiştir. Yani, 18 yaş ve üstü herkesin bu örnekleme dahil edilme olasılığı eşitti.” Eşit olmadığını bir önceki paragraftan biliyoruz, ancak “son 10 yılda sosyal bilim çalışmalarında kullanılan örneklem seçim metodları” ne demektir, bunu bilmekte zorlanmış durumdayız. Son 10 yıldır biz Çin’deydik, ülkemizin bu mümtaz sosyal bilimcileri örneklem seçim metodları buldular ve herkes bu metodları 10 yıldır kullandı ve bizim haberimiz olmadı! Ayrıca, neymiş bu 10 yıldır kullanılagelen örneklem seçim metodları? Örneğin, 1996 yılından önce Veysel Batmaz-Asu Aksoy’un yaptığı, “Televizyon ve Aile” araştırması (Başbakanlık AAK, 1995) son 10 yıla girmediği için bu örneklem metoduna uymamış mıydı? Böyle bir cümle ile savunulabilir mi, bir araştırmanın örneklem seçim metdodunun tesadüfîliği sağlamış olduğu. Örneklemlerinin tesadüfî olarak seçilmediği gerçeğini, “son 10 yılda” gibi afâkî ve olmayacak tanımlamalarla örtmeye çalışan araştırmacılar, hata paylarını söylerken de, nasıl bir örneklem seçimi sonucunda bu hata paylarına vardıklarını açıklamamaktadırlar. 1500 civarında bir örneklem sayısı (bu araştırmada: n= 1492) olan tüm örneklemlerde % 99 güvenirlilik düzeyinde, hata payı -+% 3.3’tür; 95’te ise, % 2.5. Bu değerlerin, örneklem büyüklüğünü bilsek de, örneklem seçimini bilmediğimiz bir araştırma için belirtilmesinin hiç bir değeri yoktur. Her basit, ampirik alan araştırması el kitabında bu tür bir tabloya rastlayabilirsiniz. Araştırmacılara, Wilhoit ve Weaver’ın ünlü Newsroom Guide to Polls & Surveys (Indiana University Press, 1980; American Newspaper Publishers Association, 1990) adlı el kitabının bu konudaki tablosunu sunalım da, daha değişik örneklem büyüklüklerindeki hata paylarının ne olduğunu da zorluk çekmeden bulabilsinler. Ancak bu tablo sadece random olan sample’lar içindir; uyarması bizden. Bu tabloda yapılacak tek şey, en sol sütunda 1500 (örneklem büyüklüğü) sayısını bulup karşılığındaki yüzdeleri okumaktır. (Ancak bu sayfadaki dipnot daha da öğreticidir):



Araştırmacılar 23 ilde yapılan bir araştırmadan söz etmektedirler. Ancak, Raporlarındaki dördüncü sayfada yer alan haritada 20 il vardır. Diğer 3 ili, anlaşılan 107 sayfalık raporda bulacağız. Bu küçük tutarsızlık bile, bir Yüksek Lisans tezinin ret edilmesini gerektirecek kadar önemli bir tutarsızlıktır. Umut ederiz, araştırmacılar, bu tutarsızlığı, 107 sayfalık düzeltme’de, düzeltirler. Biz bu aşamada, bu tez’e “uzatma” vermiş durumdayız.


Araştırmacılarca anket uygulamasının 1200 saati aştığı söylenmektedir. Küçük bir hesap yapalım. 1200 saat 72 bin dakika eder. Tek anket uygulaması ortalama 48 dakika sürmüştür. 1492 kişi ile görüşüldüğüne göre, tek bir anketör günde beş anket yapsaydı bu veri toplama işlemi 298 gün sürerdi. Bir ay kadar süren bu veri toplama süresinde demek ki, beşten fazla anketör kullanılmıştır. İyi de, bize ne? Bugüne kadar, binlerce araştırma yapmış olan biz, yüzlerce araştırma kitabı devirmiş olmamıza karşın, hiç bir araştırma veri toplama süreci anlatılırken toplam kaç saat anket yapıldığı ile ilgili bir bilgiyle karşılaşmadık. Karşılaşmamıza gerek de yoktu. Bu bilginin hiç kimseye bir yararı yoktur. “Bir anket toplam 45 dakika kadar sürmüştür” demenin dışında, bu 1200 saati, araştırmacılar, örneklemde, anket uygulaması ile belirtecekleri başka hiç bir şeyleri olmadığı için mi söylemek gereksinimi duymuşlardır; yoksa, bir ay süren bir araştırmanın, 23 ilde kır ve kentte 1492 kişiye 48 dakika süren anket uygulmasının zorluklarını bize hissettirip, onları affetmemizi mi istemektedirler, bilemiyoruz; ancak, burada aşikâr olan tek şey, bu 1200 saatin araştırmanın güvenilirliği ve/veya geçerliliği ile ilgili hiç bir anlam taşımadığıdır. Umarız, araştırmanın nihai raporu 107 sayfaya bu gibi lüzumsuz bilgilerle ulaşmamıştır.


Bir de, telaştan, araştırmacılar, arada, “Yorumsuz veriler tabii ki anlamsızdır” gibi anlamsız sözler söylemektedirler. Biz zaten araştırmacıların verilerini okuyamayız ya da bulamayız; biz onların grafik veya tablo haline getirdikleri bulguları okuduk ve eleştirimizde bu grafik ve tablolarda rastladığımız tutarsızlıklara değindik. Yani, veri ile bulgu’yu acele ile karıştırmış olmak mazur görülse de, nihai raporu “okumadan” bulmuş olduğumuz yanlışlıkların hiç de anlamsız olduklarını düşünmüyoruz. Ayrıca, medyacılar gibi, bize sunulanın, erken olduğunu düşünsek de, eksik olduğunu düşünmüyoruz. Eğer bize sunulan tablolarla, nihai raporda yer alan tablolar değişirse, işte o zaman iş anlamsızlaşacak; hangisi doğru, karar veremeyeceğiz. Bu da manipülasyon karinemize karine katacak.


Bu kadar “metodolojik” sorunla cebelleşen bir araştırmanın bulgularını incelemeye bile gerek yoktur. Ancak, biz yine biraz devam edelim. Diyor ki araştırmacılar, “... bahsettiğimiz düşüş, sayılarda değil, oranlardadır. Nüfusun artmasıyla, örtünen kadın sayısının artmış olması da muhtemel. Yedi yıl önce 11 yaşında olan kız çocukları, bugün 18 yaşında. Bunlardan bir kısmı yedi yıl önce 11 yaşındayken, örtünmezken bugün örtünüyor olabilirler. Sayı ve oran arasındaki bu farkı daha basit ifade edersek, yedi yıl önce diyelim ki 18 yaş ve üstü 100 kadından 40'ı örtünüyor idiyse bu rakamlar örtünenlerin oranının yüzde 40 olduğunu gösterir. 18 yaş ve üstü kadınların sayısı 200'e çıkmış olsa ve bunlardan 50'sinin örtündüğünü gözlemlesek, evet, örtünenlerin sayısında artış vardır, ama oran yüzde 40'dan yüzde 25'e düşmüştür.” Bu ilkokul matematiği ile hangi derin analiz yapılabilirse, medyacılara uygun bir ders anlatmaktan öteye bir anlam taşımayan bu açıklamayı biz şöyle yorumlayabiliriz. İnsanlar da gözlem yaparken, gördüklerini (yüzdelerle olmasa da) oransal olarak daha az, çok, hafif, hızlı gibi karşılaştırmalarla ifade ederler. Dolayısıyla, bir kişinin, “son 10 yılda başını örten kadınlarda artış oldu mu?” (s: 67) sorusuna vereceği yanıt da, “evet” veya “hayır” da olsa, oransaldır, sayısal değil. Araştırmacılarca yukarıda sayı ile oran arasındaki anlattıkları o muazzam “çapraşıklıktaki” ilişki, işin kötüsü, araştırmadaki tablo ve grafiklerin hiç biri ile ilgili değildir. Neden böyle bir örnek verilmiştir; anlamadık. İnsanın sadece kendi somut yaptığını soran sorularda verilen yanıtlar “sayıyı” ifade ederler. Böyle bir veriyi de zaten hep, biz başkasına, “oranlama yolu ile” aktarırız. Yani, daha ilkokulsal söylersek, bir büyüklük 100’ken 40’ı türbanlıysa; bu büyüklük 200’e çıktığında, 50’ye yükselen türbanlıları anlatırken “sayısı artmıştır ama oranı azalmıştır” demek karşımızdakinin andavallılığını varsaymak demektir. Burada 40’dan 50’ye çıkan sayının tabanları (paydaları) farklı olduğundan, sayı artışından zaten söz edemeyiz; sadece “oran azalmıştır” dememiz gereklidir. Sayı, burada ‘irrelevant’tır. Zaten ve zaten, biz de sokaklarda türbanlıları saymıyoruz, izlenim edinip, muğlak bir “artmıştır” “eksilmiştir” diyoruz. Bu türlü yanıtlar da, istesek de istemesek de, hep oransal ifadelerdir. Araştırmacılar, belli ki, hiç eleştirilmedikleri konulara girip, asıl eleştirildikleri konuları, haydi biz de onlar gibi amiyane bir deyim kullanalım, “kaynatmaktadırlar.” Bir de merak ediyoruz, aynı 18 yaş grubuna, başını örtenler değil de, göbeğini açanların durumu sorulsaydı, bu araştırma nasıl yorumlanabilirdi? Göbek açmak “laik” bir duruş değil mi?


Yine başa dönelim: Araştırmacılar belli ki, bizim eleştirilerimizi birilerinden duymuşlardır, öyle olmasaydı, “görüştüğümüz kişiler” demezlerdi. Çünkü eleştiri bizim eleştirimizdir ancak araştırmacılara aktaranlar, onların “görüştüğü” kişilerdir. Okuyalım: “.... görüştüğümüz kişilerden bazıları, mayıs-haziran ayları arasında yürütülmüş bir araştırmanın neden beş aylık bir gecikmeyle kamuoyuna sunulduğunu, bu zamanlamanın tam da devletin en üst kademelerinden laikliğin tehdit altında olduğu yorumu yapılmışken AKP iktidarını 'aklamak' amacıyla yapılıp yapılmadığını sorgulamışlardır. Önce şunu belirtelim ki, aşağıda özetlediğimiz araştırma sonuçlarının ne laikliğe ne de İslam'a duyarlı kesimler açısından daha olumlu bir tablo çizdiğini düşünüyoruz. Her iki kesimin de araştırmamızın sonuçlarından çıkarsayabileceği 'ters' bulgular mevcuttur.” Şimdi daha önce başka bir bağlamda verdiğimiz bu cümleyi biraz daha deşeceğiz. Çünkü zurnanın “zırt” dediği yer burası. Yani, “ne şiş yansın ne kebap” bir sonuca varmanın dayanılmaz hafifliğini hisseden araştırmacılarımız, “baş örtüsünün ‘oransal’ olarak azalmakta fakat dindarlığın artmakta olduğu” gibi bir bulguyu, rahatlatıcı bulmaktadırlar. Oysa, sorularının çoğunda, “İslamcı mısınız?” gibi, “şeriat devleti ister misiniz?” gibi sorular bulunmaktadır. Buralarda da, 2006’da, 1999 oranlarına göre düşüşler saptanmıştır. Bu nasıl açıklanabilir? Hem dindarlık artmakta, hem türban azalmakta, hem de şeriatçılıktan ve islamcılıktan uzaklaşılmaktadır. Kendi halinde, vicdan ile hoş bir hayat süren bir topluma gittiğimiz anlaşılmaktadır. Peki, gerçekten böyle midir? Eğer daha önceki eleştirilerimiz ve bu yazıda aktarmaya çalıştığımız metodolojik sorunlarımız olmasaydı, bu araştırma sonucunu biz de iyimserlikle karşılayabilirdik. Şimdi ise, üzülüyoruz. Bir de, araştırmacıların buraya aktardığımız son cümlesi olmasaydı, “Önce şunu belirtelim ki, aşağıda özetlediğimiz araştırma sonuçlarının ne laikliğe ne de İslam'a duyarlı kesimler açısından daha olumlu bir tablo çizdiğini düşünüyoruz. Her iki kesimin de araştırmamızın sonuçlarından çıkarsayabileceği 'ters' bulgular mevcuttur.” demeselerdi, iş daha da güzel olacaktı. Burada, “İslam” ve “İslamcı” gibi araştırmacıların durmadan karıştırarak kullandıkları terminoloji aksaklığına değinmek istemiyoruz, tablolarda “İslamcı” olan söylemin Radikal’deki savunu-cevap yazısında “İslam” olması da dikkate değer bulunmayabilir, söylemek istediğimiz şu: Laik kesimlerin de, İslamcı kesimlerin de işine gelmeyen bir Türkiye, nasıl bir ülkedir şu anda? İktidarda İslamcılıktan sabıkalı bir parti, uluslararası terörün İslamcı olduğuna dair medya bombardımanı, başını örtenlerde düşüş; dindarlıkta yükseliş. İmam Hatip katsayısal nidaları... Nasıl bir ülke burası? Postmodern bir dinsel arabesklik mi içindeyiz? Araştırmanın yarattığı bu “ters” bulgular arasında kaybolmamak mümkün mü? Yoksa, bu araştırma sadece ve sadece bu dönemde, ilginç bir yıl olmaya namzet 2007’nin başında, sonraki neo-liberal/dinci/global siyasal mühendislik kampanyalarına zemin hazırlayıcı bir kafa karışıklığı yaratmak için mi ortaya çıkartıldı? Yoksa, herkesin durumu karşık da, anketçiler çaresiz mi kalıyor, gerçeği berraklıkla saptayabilmekte? Bütün bu araştırmanın 70 küsur sayfalık grafik ve tablolarının analizlerini düşünürken, bu sorulardan hiç birine yanıt veremememiz, araştırmacıların da vardıkları tek çarpıcı sonuç olsa gerek.


Metodolojiden vazgeçtik, istatistikî analizi bir kenara bıraktık, örneklem seçimindeki hata payı hesaplamalarını unuttuk, hepsini yapsak bile, bu araştırmadan düzgün bir sonuç çıkartamıyoruz. Olan bitenin nedenlerini sorduğumuzda, düzgün olarak yapılan bir araştırma olsaydı bu, bu kadar veri bolluğunda çoklu değişken analizleri ile kolaylıkla bulabileceğimiz yanıtlar, havaya karışıyor, “katı olan herşey buharlaşıyor.”


Araştırmacılarca hemfikir olduğumuz tek konu, bu gibi bilimsel araştırma verilerini, güvenilirlikleri ve geçerliliklerini hiç bir zaman tartacak ve değerlendirecek bilgi düzeyine erişmemiş olan medyacıların ve medyada yer alanların, cahillikleri. Bunu toptan söylüyoruz, çünkü istisnası yok. Biz şöyle bitirmiştik eleştirimizi: “Medyanın bu araştırmayı, sanki burada incelediğimiz tür analiz, güvenirlilik ve geçerlilik sorunları yokmuş gibi sunması ve nesnel “olgu” gibi tartışması ise, Türk medyasının acizliğini ve bilgisizliğini göstermektedir.” Araştırmacılar ise şöyle tanımlıyorlar medyayı: “Önce şunu belirtmek isteriz ki, basın ve medyada rapor hakkındaki haber ve tartışmaların bazılarında ciddi yanlışlık ya da bilgi eksiklikliği vardı.”Ancak araştırmacıların bir basını, bir de medyası olduğunu vurgulamalıyız. “Çizdiğimiz bu tablo ne basında, ne de medyadaki tartışmalarda bu tür bir bütünsellik içinde incelendi.” diyen bir bilimcinin, bir de kanımızca, televizyonu olmalıydı. Her medyadan bahsedişlerinde, “basın ve medya” gibi bir ikili tekrarı neden ısrarla sürdürdüklerini bilmiyoruz, bildiğimiz, medyanın, hem basını, hem “medya”yı, hem de tüm kitle iletişim araçlarını artık kapsıyor olması gerektiğidir. Bu da, müstesna üniversite üyelerince yapılmaması gereken bir galat’tır.


Son olarak, “Araştırmamızın en temel sonucu, Türkiye'de değer yargıları, kültürü, dünyayı algılayışı ve siyasi tercihleri ile birbirinden ayrışmış iki farklı toplumsal yapının varlığıdır. Konuşulan kişilerin sosyo-ekonomik konumları hakkındaki sorulara verilen cevapları çapraz çözümlemelere tabi tuttuğumuzda bu ayrışma her soruda ortaya çıkmaktadır. Bir yanda kentli, daha eğitimli, görece yüksek gelirli, kendilerini dini değerlere aşırı bağlı hissetmeyen, laik olduğunu söyleyen bir kesim ile, öte yanda kırsal bölgelerde yaşayan, daha az eğitimli, görece geliri daha düşük, kendilerini dindar ve 'İslamcı' olarak tanımlayan bir başka kesim vardır.” diyen araştırmacıların, sanki son bin yıldır olmayan bir olguyu ortaya çıkartmaktan kaynaklanan örtük sevinçlerini biz de duyar gibi oluyoruz, ancak biliyoruz ki, bu tür bir araştırmayı yapmaya gerek duyulmayacak aşikârlıkta olan bu en temel sonucun, Radikal’de yayınlanan savunu-cevap metninde defaatle yinelenmesinin AKP’nin bugünkü iktidarının meşrulaştırıcı bir huzuru tüm topluma yaydığını söylemekten başka bir şey olmadığı gerçeği bütün çıplaklığı ile TESEV tarafından topluma zerk ediliyor. Çünkü bu iki farklı kültürün içinden, araştırmaya göre türbansız yeni bir dindarlık fışkırıyor. Ama bir de ne okuyoruz, tam onbeş satır sonra, “Cumhuriyet'in kuruluş yıllarından itibaren din ve devlet arasındaki ilişkiler ve bu ilişkiler çerçevesinde şekillenen toplumsal duyarlılıklar Türkiye'de demokratik bir yapı içinde 'İslamcı' ve 'Laik' olarak nitelendirilen her iki kesimi de dönüşüme uğratmış, bu değişim sonucunda laikliğe ve demokrasiye bağlı büyük bir çoğunluk meydana getirmiştir. Bu konuda araştırmamızdan ortaya çıkan sonuçlar kimileri için çelişkili gözükse de, biz böyle bir çelişki olmadığını düşünmekteyiz.” Yani, birbirinden çok farklı üçte bir ile üçte ikilik ikili bir toplumu olan bizim bu toplumumuz, dindarlığın artışına karşın, laikliğe ve demokrasiye inanan bir “İslamcı ve Laik” kesimlerarası detant yaratmış. Kim yapmış bunu? Yoksa bugünkü iktidar olmasın bu devasa ve huzur dolu dönüşümü yaratan şey? Cümleyi biraz da alıcı gözle okursak, şu sonuca da varıyoruz: Laikler değil, İslamcılar dönüşmüş. Nereye? Laikliğe ve demokrasiye bağlılığa. Bu büyük çoğunluk yine de iki farklı küçük çoğunluğa sahip: Üçte birlik laikler; üçte ikilik İslamcılar. Soruyoruz, hangisi? TESEV, bunlardan hangisine bizim inanmamızı istiyor? Dedik ya, “katı olan her şey buharlaşıyor.” İslamın ehlileşmesi gibi bir sonuca ihtiyacı var, neo-liberal/dinci/global kesimin. Peki bu kesim hangi kısmında Türk toplumunun? Araştırmacılardan öğrenmek istiyoruz.


Kısacası, uzatmış olsak da lâfı, TESEV’in bu araştırması, sadece zamanlama manipülasyonu ile tartışılabilecek bir araştırma müdahalesi değil; aynı zamanda, metodolojik aksaklıkları olan ve bulgularıyla kafa karıştırarak, huzura doğru ama sadece bu iktidarla yol aldığımızı söyleyen, ancak bu söylediğinin çelişkili olduğuna inanmadığı halde, başkalarınca çelişkili olarak da görülebileceği gibi toleranslı ve demokratik bir düşünceyi taşıyan araştırmacılarca yapılmış olan, garip bir araştırma örnek-olayı olarak karşımızda durmaktadır. Daha henüz onu “okumadık” çünkü bir iki hafta sonra 107 sayfa olarak yayınlanacak.
Başka bir şey eklemeye gerek yok ama bütün bunlardan sonra, araştırmacıların, Radikal’de yayınlattıkları savunu-cevap yazısını, haksız yere eleştirilmiş ve anlaşılmamış haklı bir biliminsanı infialinden çok, bir manipülasyon kurbanının hezeyanına bağlamak daha doğru gibi gözüküyor. Yoksa, kurban biz miyiz; kamuoyu mu?


Bir de şunu ekleyelim. Yine Profesör Binnaz Toprak’ın, Profesör Ersin Kalaycıoğlu ile birlikte, yine TESEV’e yaptığı bazı araştırmaların yazılarını da Radikal’in Internet sayfalarından indirdik, okuduk, gördük ki, onlar da benzer sorunlarla dolu. Örnek olarak şu yazıyı önerebiliriz: “'Kadın' araştırması: Halkın çoğunluğu kadına daha iyi eğitim ve daha çok söz hakkı istiyor. Öneri: Gelecek 10 yıl buna çalışalım” (Radikal 05.04.2004) Bu, yine aşikârın tekrarı olan araştırma özeti yazısı şu notla bitiyor: “Bu çalışmanın mali desteği Boğaziçi Üniversitesi Bilimsel Araştırmalar Projesi, Sabancı Üniversitesi ve Açık Toplum Enstitüsü'nce karşılanmıştır. Sonuçların kamuoyuna duyurulmasında TESEV destek vermiştir.” Bu yazıda da, araştırmacı Profesör Binnaz Toprak, kendinden o kadar emin ki, ne araştırmanın ne zaman yapıldığını, ne nerede yapıldığını, ne de örneklem bilgilerini veriyor. Hoş olan taraf da, Profesör Binnaz Toprak, hep TESEV’e yapıyor ve O’nu hep TESEV kamuoyuna duyuruyor. Büyük bir olasılıkla, hep zamanlaması tam; nihai raporu “erken” olarak.


Eleştirilerimiz bitmedi. 107 sayfalık raporu okuyunca daha da güzellerini yapacağız. 8 Aralık 2006

Hiç yorum yok: