08 Ağustos 2009

MÜSLÜMAN MAHALLESİNDE BURJUVA OLMAK

VEYSEL BATMAZ

Birgün Gazetesi Pazar Eki’nde 2 Ağustos 2009’da yayınlandı.

“Müslüman burjuva” tecanüsü olmayan, birbirini iten iki kutuplu bir kavram gibi. Olur mu olmaz mı derken, biraz daha düşünürseniz tam bir uyum var aralarında.

İslam, tekvinini Medine’de bulur. Aramik dilde “mdynh, mdynt” (bizde Midyat) olan Medine bir Müslüman için Hz. Muhammed’in hicret ettiği kutsal bir yerdir ama Arapçada sadece “kent” demektir. İlginci, Hz. Muhammed 622’de muhacırlarla birlikte bir Yahudi kasabası olan Yatrib’e gelir, Medine henüz yoktur. Hicretten sonra Yatrib modern anlamda tam bir kentleşme sürecine girer, adı Medine olur.

Tarihsel olarak bir yerleşim yerini köyden, kasabadan veya feodal manordan kente dönüştüren temel ekonomik sınıf tüccar, esnaf ve zanaatkardır. Bunlara çok sonraları burjuva denecektir. Medenî ile burjuvanın aynılaştığı yer “kentte,” “burg’da veya burgaz’da yaşamaktır.”. Burg’un kök anlamı “kale” iken, Arapçada “burj” (bizde “burç”) kule anlamındadır. Yani, kentin çevresindeki kalenin yüksek olan kısmı. Bir de Türkçe “bark” var; ev-bark, yaşanan yer demektir. Avrupa dillerindeki “buorg”, Türkçe “bark,” Arapçada “burj” olur. Medine’nin sosyolojik, ekonomik sınırını çizer.

Bu etimolojilerle, “Müslüman burjuva” yerine Türkçede “Müslüman medineli” ya da “Müslüman burgazlı” denebilir.

Hz. Muhammed dönemi Yatrib, Medine olduktan sonra demokrasi ile yönetilmiştir. “Medine Vesikası” bu demokrasinin anayasasıdır. Medeniyetin --civilization-- Medine’den geldiğini bilmeyenimiz yok ancak Latince Civitas-Civic ile anlamdaşlığını idrak edene pek rastlamayız. “Civic,” “belediye” veya “kentle ilgili” demektir. Ha medeniyet, ha sivilizasyon, aynı anlamdır. Batı evrimleşmesinde, Eski Yunan’da kötü yönetim tarzlarından biri olarak tanımlanan demokrasiyi (Bkz: Platon ve Aristo) günümüze taşıyan ve uygulayan burjuvazidir, aynı Medine’de ve Fransız Devriminde olduğu gibi.

Bir de “demokrasi” etimolojisini irdeleyelim, çünkü burjuvaya çok yakışır, onunla özdeşleştirilir.
Kökene inersek, demos’un “halk” olduğunu terennüm edenler, Eski Yunan’da ne menem bir şey olduğunu düşünmezler. Demos, tüccar ve esnaflardan oluşan (oligarşik) topluluk demektir, içinde köleler, yabancılar, esirler ve kadınlar, yani “halk” bulunmaz; yani demos, Eski Yunan’da burjuvazi demektir.

Kratos ise malum, yetki, güç, iktidar, yönetim demektir; ama, kritik ile ilişkisi artık silinmiştir. Mitolojiye göre Pallas ve Sitiks’in oğulları, Tanrılarla (aristokratik oligarkların iktidarı ile) savaşan güçlü titandır Crutos. Demek ki, demokrasiyi, hem Eski Yunan’dakini, hem modernini, esnaf ve tüccarlar (burjuvalar) yaratmıştır ve bu süreç “Medine demokrasisi” diyebileceğimiz İslam’ın tekvin döneminin tüccar ve esnaflarınca, yani, Müslüman burjuvalarınca Emevi ve Abbasi öncesi ortaya çıkartılmıştır. Yani, İslamcı sanayici ve iş adamları derneği MÜSİAD’ın kurucu Başkanı Erol Yarar’ın anakronik saptaması doğrudur: “Türkiye’de aslî burjuvazi, Müslümanlardır.”

Kuşkusuz hepsi değil, çünkü sosyal bir sınıf olmak için aynı zamanda mülkiyet ilişkilerinde de ayrımlaşmak gereklidir. Burjuva çağdaş kapitalist anlamda, sadece ilk ortaya çıktığı şekli ile kentte yaşayanlardan değil, üretim araçlarının mülkiyetine sahip olmakla da tanımlanır. Medine’de aynı süreç yaşanmıştır. Arap Yahudi oligarklara karşı ailesi dışında Hz Muhammed’in izinden ilk Müslüman olan kişi bir köledir: Zeyd. Müslümanlık, Mekke döneminden sonra ancak başka bir yerleşim yerine hicretle, orayı kent yapmakla ve üretim araçlarının mülkiyetini devralarak ortaya çıkar. Zeyd dahil, Yatrib’de kelimenin bugünkü anlamıyla tüm Müslümanlar burjuva olmuştur.

Erol Yarar gibi, Müslümanların burjuvalık bilincine varabilmeleri, Türkiye’de yaygın değildir, hem de aradaki uzun yüzyıllarda İslam devletlerinin Müslümanlığı iktidarın manipülasyonları ile kenara itmeleri, köylüleştirmeleri sürecinde hep ertelenegelmiştir. Cumhuriyet de seküler bir başlangıç yapmış fakat 1940’dan sonraki dinci-sağcı iktidarlar tam altmış yıldır Müslümanlığı siyasallaştırarak ilkönce tam bir köylü nüfusun içine hapsetmiş, sonra da, ülkenin kapitalizmi geliştikçe de, ucuz ve yedek işgücü ordusu için varoş proletaryası haline dönüştürmüştür.

Etimolojik ve tarihsel olarak Müslümanın burjuva olabileceğini ve Türkiye’de de bu bilincin yeşermesini saptamamız, bize bu sosyolojik konumun ne olduğu sorusunu sordurtur. Bu sorunun en veciz cevabını, Burjuva: Modern Ekonomi Dönemine Ait İnsanın Ahlaki ve Entellektüel Tarihine Katkı adlı, 358 sayfalık kitabıyla (Çev: Oğuz Adanır, Doğu Batı Yay., 2008) Werner Sombart’ta buluruz.

Sombart burjuvayı ekonomik olarak “girişimci olan kapitalist-tüccar, fabrikatör, toprak sahibi, esnaf ve zanaatkâr)” olarak tanımlar. Ancak, bu girişimci burjuva, fatih, örgütleyici ve müzakereci ruhlu olmak zorundadır. Bu ruhla ilk girişimler, askerî seferler, büyük toprak mülkiyeti elde etmek, modern devlet kurmak ve kiliseye sahip olmak (bizde cami-tarikat-cemaat) biçiminde ortaya çıkar. Bu tür girişimlerde bulunan ilkel burjuvalar ise, korsan/hırsız, feodal beyler, bürokrasi ve spekülatörlerdir. Girişimci ruhuyla belli ticari ve üretim alanlarında çalışan zanaatkârlar da zamanla modern burjuvazi içine girerler. Bu burjuvazinin ruhunun gıdası, Sombart’ın “[burjuva] düzeninin kutsal ruhu” (Sancta Masserizia) dediği iki erdemle donanır: davranışın akılcı hale getirilmesi ve tassarruf zihniyeti. Bu ruhun işlemsel/davranışsal boyutları ise: Kanaatkârlık, susmayı bilmek, düzenden yana olmak, kararlılık, ölçülülük, gayretlilik, dürüstlük, hakseverlik, kendine hâkim olmak, temizlik, ahlâki dengelilik, namusluluk ve alçakgönüllülüktür. Sombart’ın aktarımıyla kurucu Amerikan burjuva babalarından Benjamin Franklin ve tilmizleri, “Tanrının, yararlanması için [bu] ruh ve zenginlikleri bahşettiği insan, sahip olunan zenginliği sürekli çalışarak ve yeteneklerini kullanarak arttırmanın yollarını bulmakla, [ki] zenginlik arttırılmak içindir, yükümlüdürler.” (ss: 116-129) demektedirler. Kuran’ı Kerim de aynı vaazı yapmaktadır. Sombart uyarır da: “Aklına esen herkesin burjuva olamayacağının farkında olmalıyız. Burjuva olabilmek için doğal, neredeyse kalıtımsal denebilecek özellikle sahip olmak gerekir.” (s:209). Müslüman için bu kalıtım Medine’de başlamıştır. Ahlâk olarak burjuvayı tanımlayan en büyük özelliği dindarlığıdır. Sombart bu konuya uzun sayfalar ayırır. Küçük bir not olarak da burjuvanın özelliklerinden biri olarak liberalitas kavramından sözeder. Bu kavramın, Hıristiyan ahlâk anlayışının skolastik yorumcularınca yanlış kavrandığını, bu sözün daha çok iyi bir “ev yönetimi-ekonomi” anlamında işleri yönetme, bütçeyi oluşturma biçimlerini bir düzene koymak demek olduğunu vurgular. Kapitalist zihniyeti burjuvalılıkla bir anlamda eşleştiren ve bu zihniyetin ruhunun din olduğunu vurgulayan Sombart, şu çelişkili uyarıyı da yapmadan edemez: “Kanımca kapitalist zihniyet [burjuva] kendi yıkılış ve ölümüne yol açacak tohumu da bünyesinde taşımaktadır... Bugün sahip olduğu canlılığı yitirdiği gün kapitalist zihniyetin başına neler gelebileceği bizi ilgilendirmiyor. Görme yetisini kaybeden dev belki de demokratik bir uygarlığı sırtında taşımaya mahkum edilecektir.” (s: 358)

İşte bu noktadan sonra, başlangıçta Marksist olarak yazan, sonradan Marx’ı tepetaklak eden Sombart’ın burjuva kapitalizminin geleceğine ilişkin çözümsüzlüğünü ironik olarak ancak Marx ile giderebiliriz. Müslümanlık ise, burjuva olarak Medine’de doğmuş, her din gibi yaygınlığını köylüleşerek elde edip, kapitalist kuralların içinden evrimleşerek modern bujuvazisini de yaratmış (Dubai şeyhleri, Suud prensleri, Afgan soyluları, Mısır entellektüelleri, Fas kolonyalistleri, Anadolu Kaplanları) ve Sombart’ın ne olacağını bilemez, Marx’ın da tarihin çöp sepetine gidecek dediği bir tarzda gelişen kapitalizmin içine nüfuz etmiş durumdadır. Belki de başlangıcına dönmekte; kaptırdığı medeniyeti, aynı Çin gibi, Batı’dan ele geçirmeye çalışmaktadır.

Tarihin bu somut noktasında, eski Marksist (!) Öcalan’ın “radikal demokrat”; dinci diye suçlanan AKP’nin de “muhafazakar demokrat” olduğunu ileri sürdüğü bir dönemde, “Müslüman burjuva” bilinci yeşermeli ve yaygınlaşmalıdır ki, Türkiye’de demokrasi, aynı Medine’de olduğu gibi kendini tekvin edecek yer bulsun. Gördük ki, Medine’de ortaya çıktığı biçimiyle kökensel olarak burjuva olan Müslüman, Arabistan’a ve tüm dünyaya medeniyet getirirken, çeşitli siyasal tarzlara da bürünür; ancak medeniyeti Batı’ya kaptırınca da büzülür ve köylüleşir. Kendini köylü ve varoş İslamına kaptırmış giden bir siyasal hareketin demokrasi yaratamayacağı tarihsel olarak sabitken, aynı Medine’de ilk çıkışında olduğu gibi, Müslüman burjuvazinin ifade edilmesinin zamanının Türkiye’de artık geldiğini hissediyoruz. Esnafçı/zanaatçı-yarı köylücü/ burjuva-kapitalist AKP’nin, bu bilinci Erol Yarar gibi kavramış olduğunu umalım.

Ancak bu somut tarihsel durumun bir başka boyutu daha vardır. Türkiye’de Müslüman bir burjuvaziye ülkenin aslî unsuru olarak bakmak artık kaçınılmazdır. Ancak, bu somut durum, Müslüman burjuvazinin ve tüm Türkiyeli Müslümanların üretim araçlarının mülkiyeti açısından konumlanacağı çeşitli ideolojik yapıları da beraberinde getirir; önemli bir kısmının komünist, faşist ve liberal olmasının da Sombart’ın deyişiyle, “yıkıcı tohumlarını” içinde taşır. Nasıl Hıristiyan veya Yahudiden komünist, faşist, liberal oluyorsa, Müslümandan da olur. Çünkü, burjuva sadece sosyo-ekonomik sınıfsal bir konumsa, komünistlik, faşistlik ve liberallik, bu konumun siyasal ifade tarzlarıdır. İşte tarihimizden bir kaç örnek: Ethem Nejat, Nurettin Topçu, Cemil Meriç. Bu üç filozof farklı farklı ideolojilerle, Müslüman komünist veya sosyalisttiler. Hâttâ Nurettin Topçu hem Müslüman, hem komünist, hem de faşistti. Hepsi de küçük burjuvaydı.

1940’dan, bu yana, ara vermeksizin laikçi-dinci sağcı iktidarların plan ve programları ile yönetilen Türkiye’de, Müslümanlara (kapitalist Milli Görüş ve) AKP’den başka seçenek sunulmamış olmasının neden ve sonuçlarını da, Medine’deki ilk oluşumlarına ricat edercesine (işte köle Zeyd’in önemi buradadır) Müslüman burjuva bilincinin oluşmasıyla birlikte kültüralist, kimlikçi ve uygarlıksal düşünmenin zincirlerini kırarak, sınıfsal olarak incelemek, Müslüman burjuvaların önemli bir bölümünün mülksüzleşerek farklı ideolojik yapılara akacağını bilmek, mülkiyeti olmayan Müslümanların da inançları ile birlikte kapitalist dışı çözümlere yöneleceği gerçeğini kavramak, akıllı sosyalistlerin işidir.

1 yorum:

umur gürsoy dedi ki...

Sayın Batmaz,
Yazınızı beğendim. Ben de aynı zamanda Mülkiye Dergisi’nin Yaz 2008, Cilt: XXXII, Sayı: 259’da yayımlanan http://umurgursoyla.blogcu.com/Dd_+Diger+dergilerdeki+populer+bilim+yazilarim/ adresimdeki "İFRAT VE İSRAF HARAM YA DA GÜNAHSA KAPİTALİZMDE İFRAT VE İSRAF NEDİR?" başlıklı yazımı incelemenize sunarım.Diğer yazılarınızı da okuyacağım.
Sevgilerimle.
umur gürsoy