VistilefAkademik, puanlı ama hakemSİZ bir akademik elektronik dergidir. Burada yayınlanan tüm makaleler ve araştırma sonuçları titiz bir akademik elemeden geçirilerek yayınlanır. Dergi aynı zamanda "Felsefe ve İletişim Politikaları Araştırma Merkezi"nin yayın organıdır. Yayın dili Türkçe ve İngilizce'dir. Makalelerin görüşleri yazarlarına aittir. Editör: Prof. Dr. Veysel Batmaz (© Copyright/Telif hakları Veysel Batmaz'a aittir.)
13 Ağustos 2005
POPÜLER KÜLTÜR: BELGE'YE REDDİYE
Popüler Kültür Üzerine Değişik Kuramsal “Yanılgılar”:
Murat Belge ve Popüler Kültür Tanımsızlığı[1]
Veysel Batmaz
Uzun yıllar popüler kültür üzerine kafa yordum. Uzun yıllar dediğim de şunun şurasında 20 küsur yıl. Göz açıp kapayıncaya kadar geçti.
1981 yılında Ünsal (Oskay) Hocama, SBF (Mülkiye) doktora dersinde yazdığım bir seminer olan, “Popüler Kültür Üzerine Değişik Kuramsal Yaklaşımlar”[2] başlıklı makalemden bolca iktibas ederek popüler kültür üzerine yazı yazanların[3] bir çoğunun günün entellektüellik modası endişesinden başka hiç bir teorik derdi (meselesi/iddiası/itirazı) ve ampirik bulgusu olmadan eğildikleri “popüler kültür” olgusuna, ben, çoğunlukla düşünsel, zaman zaman da yazı yazarak ve polemik yaparak eğilmeyi sürdürdüm. Bir de tabii, özellikle de popüler kültür denilen olgunun en genel aygıtı olan televizyonun içeriği ile ilgili ampirik araştırmalar yaptım, derslerimde anlattım.[4]
Bu çalışmalar süresince gördüm ki, çok uzun bir zamandır, neredeyse başlangıcından bu yana, Türkiye’de popüler kültür ile ilgili tartışmalar, ki 25 yıllık net, 150 yıllık bürüt bir tarihe sahiptir, kentleşme olgusunu artı-değerin biriktirilmesi (tasarrufu ve varlık’a dönüştürülmesi) yerine talan edilmesi (üretim dışı kullanılması) üzerine oturtmuş bir siyasal ve kültürel yapının egemenliğinde sürdürülmektedir.[5]
Bu çok önemli; çünkü popüler kültür, artı-değerin tasarrufu üzerine kurulu bir kentsel olgudur.
Türkiye’deki popüler kültür tartışmasının çıkmazı ve girdabı da işte budur.[6]
Tartışanların tümü, evet ben ve Martin Stokes[7] hariç tümü, popüler kültür’ün tek varolduğu alan olan kentin Türkiye’deki dinamiklerini, yine bir popüler kültür ürünü olduğu “zannedilen” basın-yayından, kitle iletişim araçlarından, günümüzün yaygın deyimiyle medyadan edindikleri yüzeysel (sistematik ampirik ve teorik içeriği olmayan ama kaba bir izlenimsel yoruma bulanmış) görüşlerle açıkladıkları için, popüler kültürü bir türlü yerli yerine koyamıyorlar, fakat nedendir bilinmez ısrarla ve inatla, eksik gedik tartışmayı ve belki de somut bir sosyolojik karşılığı olmayan bu terimi kullanmayı sürdürüyorlar. Ellerinde medyadan edinilmiş izlenimler dışında tek bir ampirik bilgi, belge ve enformasyon yok. Yani, veri yok, bulgu yok! Ama yorum var; daha doğrusu spekülasyon var!
Hâl böyle olunca, televizyon kameralarının önünde spekülatif bilgilerini yaymaya meraklı ekzibisyonistler olarak arzı endam ederek, var olduğunu zannettikleri popüler kültürün bir parçası olmanın verdiği yapay ve mastürbatif hazzı tadmanın, teorik ve ampirik sonuçlara varmak ve insanları aydınlatmak olduğunu zannedenlerle; hiç bir teorik tutarlılığı ve sınanacak hipotezi olmadan çala kalem yazan ve dilin kemiği yok misâli konuşan erbâb ilbasına bürünerek (Örneğin, Hasan Bülent Kahraman ve Ahmet Oktay), sanki önemli bir şey yapmışçasına kelâm eyleyenleri birleştirdiğimizde, bulanık, ne olduğu belli olmayan ve belki de, edindikleri izlenimlerin kaynağı olan “medyada da yok olan” bir şeyi var zannedenlerin ala turca tartıştıkları, zaman zaman ve çoğu zaman moda olan bir “kültürel çalışmalar” alanı ile karşı karşıya kalıyoruz.
Bu bulanıklığın en son örneği Milliyet Gazetesinin Can Dündar’ın yönetmenliğinde ve Ünsal Oskay ile Murat Belge donanımıyla çıkardığı haftalık ilave olan PopülerKültür gazetesiydi. Bu gazete ilavesinin yayınlanmasının hemen ardından ve ona karşı, İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde, “Yeter Artık! Popüler Kültür Amma da Popüler” başlıklı seminerimizde (21-23 Ekim 2003) konuyu enine boyuna tartıştık. Ancak, bu tartışmalar kapalı bir çerçeve içinde ve sadece ilgilileri ve bilgilileri kapsadığından, davet etmemize rağmen, bu İlave’den hiç kimse katılmadı seminerimize. Çünkü popüler değildik. Zaten, o ek de, daha sonra, seminerimizde öngördüğümüz üzere, anlamsızlığa ilave olmaktan çıktı ve kapatıldı. Artık yayınlanmıyor.
Bu İlave’de, bu kitapta yazdığım yazıların teorik temellerine ve ampirik desteklerine aykırı çok donanımlı iki yazar vardı: Biri, popüler kültür terimini bana ilk duyuran hocam Ünsal Oskay. Oskay’ın, bazı yazılarımda ona karşı-tez olarak yazdığım bazı paragraflar ve dokundurmalar dışında, yazdıklarına bugünlerde eğilmek durumunda ve niyetinde değilim.
İkinci yazar ise Murat Belge. Belge’nin yazdıkları popüler kültür teriminin dolması imkânsız olan içini ilkönce doldurup sonra boşalttığı için önemli ve bu Önsöz’de de biraz bu nedenle onun daha önce yazdıklarını sergileyeceğim. Belirtmem gerekiyor ki, burada değineceğim konuların devamı olarak bu tartışmanın bundan sonra uzamasını beyhude bulmama rağmen, uzarsa sevineceğimi de söylemem gerekli. Polemik düşüncenin gıdasıdır.
Bu Önsöz niyetine kaleme aldığım yazının Popüler Kültür Üzerine Değişik Kuramsal Yanılgılar başlığı, sadece Murat Belge’yi hedef almıyor; burada yer darlığından değil ama sadece Belge’yi ele almamın değişik yaklaşımları da kapsayacağını düşünmem için yeterli eklektiklik ve etki gücü var Belge Külliyatında. Neredeyse popüler kültür üzerine yazanların hemen hepsi küçük birer Murat Belge (ya da Ünsal Oskay).[8] Murat Belge, adetâ, kültür, popüler kültür ve ideoloji konularının ana-akımı, mainstream’i. Herkes ondan doğuyor ve onun açtığı, biraz sonra göreceğimiz, yataktan akıyor. Yine de, kırk yıldır bizim iletişim konularımızın hemen hepsinde velûtluğun belâgate dönüşmesinin mümtaz örneği olarak devâsa emek abidesi Belge’yi tümüyle kapsamanın çok zor hâttâ bizim gibi faniler için imkânsız olduğunu da belirtmek istiyorum.
Murat Belge’nin popüler kültür terimi ile tanışmasının kökleri 1970’lere kadar gider. Bir filolog olarak popüler kültürün tam tersi bir kültürel alanı (sanat ve yüksek edebiyatı) kıraat eylemesine rağmen, Belge, 1970’lerin sonlarına doğru yayınladığı gazete ve dergi yazılarında kültürün bu kitlesel özelliklerine, doğal bir hâlde, ideolojik ve Marksist anlamlarda ve özellikle de Christopher Caudwell çalışmalarının verdiği bir ivmeyle yaklaşır.
Hemen bir önceki paragrafta değindiğim nedenle, ben burada onun Tarihten Güncelliğe[9] kitabında yer verdiği yazılarıyla sınırlı kalacağım. Bunun ayrıca iki nedeni daha var: Birincisi Belge’nin yeni (1990’dan sonra) yazdıklarını okumuyorum, ikincisi kendinin eklektikliğini çok tekrar eden biri olduğundan yeni bir şey yazdığını da zannetmiyorum.[10]
TG’de, “sosyalist deneme” adını verdiği yazıları, “bir ‘denemenin’ [herhalde “essay” demek istiyor] nasıl sosyalist olabileceğinin” reçetesini de içermesiyle birlikte (s: 13), asıl ilgilendiği entellektüel alanın, Murat Belge’nin “popüler kültür” demek istediği olgunun, güncel yaşantılar açısından tarihselliği vurgulanarak yorumlanan çeşitli yönlerini kapsıyor. Yazıların başlangıç tarihi 1976 olduğuna göre, benim bu kitaptan başlamam Murat Belge külliyatının kaynağına varmak için doğal bir durum. Bu kitab,[11] hem Belge Külliyatının kültür üzerine olan en eski ve tam bir derlemesi, hem de eklektik bir sosyal bilim’e; aslında “humanities” demek daha doğru, ya da sosyal bilimle beşeri bilim[12] nasıl aşure yapılır’ın nasıl olur’una ışık tutan, şu sıralarda unutulmuş ama hiç bir zaman unutulmayacak olan ender ve yetkin örneklerinden biri. Ayrıca, Belge’ye biraz eskiyi hatırlatmak, şu sıralarda devam eden güncel tutarsızlığının ile de yakından ilişkili tarihsel bir değerlendirmenin ipuçlarını vermek, benim olmasa da, bu Önsöz’ün örtük/zımnî amacı olsa gerek.
Bu Önsöz’de, Belge’nin bir de PopülerKültür (bundan sonra PK olarak kısaltılmıştır) adlı Milliyet ilavesindeki ilk yazılarına değineceğim. Bu vesile ile tam yirmi yıllık bir başlangıç ve bitiş noktasında (1983-2003), popüler kültür konusundaki kuramsal yanılgıların rafine, süzülmüş ve çarpıcı bir gezintisini yapmış olacağız. Elinizde tuttuğunuz bu kitapla, benim de popüler kültür ile ilişkili olarak yaşadığım serüvenin yirmi yılı biraz aşmış olan tarihinin, Belge’nin aynı alandaki yaşantısıyla paralelliklerini ortaya koymuş olacağım. Bir de şunu belirtmem gerekiyor: “Tanımlama yapmanın” bilimsel yaklaşımda en önde ve ilk olarak yer alması gerekli olduğunu yirmiiki (1982-2004) yıldır unutmuş bulunuyoruz. Bunun nedenleri buraya sığmayacak kadar uzun ve doğrudan ilgili değil ama o kadar önemli ki, popüler kültür denilen, somut karşılığı sosyolojik olarak bulunmayan bir terimin tanımlanmasının imkânsız olduğunu da bu nedenle bilemez haldeyiz.[13]
Murat Belge ilk eklektisizm örneğini ve bu durumdan duyduğu mahcubiyetini, TG’nin önsözünde veriyor: “Dergilerde ve gazetelerde yayımlanmış yazıları bir araya getirip kitap yapmaktan hoşlanmadığım için, şimdiye kadar yazdıklarımı yayımlandıkları yerde bırakmıştım. Bence bir kitap başından beri kitap olarak tasarlanıp yazılmalı. Bu yazılarla ilgili bu ilkeyi bozuyorum, çünkü bunların kendileri değilse de içinde yazıldıkları genel perspektif bir bütünlük oluşturuyor.” (s: 11 [İtalikler benim.]) Belge bu satırları yazdıktan sonraki yıllarda, her seferinde yazdığı yazıları (denemeleri) kitap olarak yayınladığına göre, bu ilkeyi hep bozmuş durumda. Bu alıntı, çok çarpıcı bir cümle değil, ancak biraz deşince Murat Belge ve onun gibilerinin ne tür bir teorik eklektisizm içinde olduklarını gösteriyor. Herşeyden önce, yazma fiilinin bütünselliği (yazı türü) ile, onun nesne (Lukacs’a göre “şeyleşmesi”) haline gelmesindeki sonucunu (medyada yer almasını) özdeşleştiriyor Belge. Ona göre, Kitap sanki sadece teknolojik bir alet ve ürün değil de kendi içinde özü olan ve belirlenmiş bir yapısı bulunan bir yaratı. “Kitap başından beri kitap olarak tasarlanıp yazılmalı…” İşte bu tür bir yaklaşım tanım dediğimiz olgunun ne kadar önemli olduğunu; gözlem ve analiz yaparken veriden ve/veya izlenimden değil de tanımdan başlamış olmamız gerektiğini vurgulayan en önemli etmen. Çünkü bilimde tanımların hepsi zaten operasyonel ve ampirik.
Biraz “aklımızı” yürütürsek ve iletişim bilimleri ile ilgileniyorsak, Belge’nin 1983’de yazdığının tersi, Kitap denilen formun bir taşıyıcı nesne; içindeki kaligrafik işaretleri taşıyan teknolojik bir ortam olduğunu görürüz. Bizim açımızdan ve herkes açısından Kitap bir kitle iletişim aracıdır.[14] Kitap, selüloz, mürekkep ve/veya baskı makinasının ortaya çıkarttığı ve el yazısı ile yazıldığı günleri de düşünürsek bir hayli eski ve çok teknolojik bir ürün ve iletişim aracı. Başka bir şey değil.[15]
Roman, hikâye, senaryo, piyes, şiir, deneme, vs., gibi yazınsal türler için böyle bir endişe duysa Belge, kabul edebiliriz bu tür yazınsal türleri kapsayan bir “kitabın” bütünsel olarak tasarlanmasını, ama kendisinin de daha sonra hiç uymadığı bir ilkenin, Kitap gibi sadece bir biçim, taşıyıcı bir ürün ve genellikle de içeriğinden bağımsız olan bir teknolojik iletişim aletinde içkin olduğunu zannetmesi, eklektisizminin de ilk ve çarpıcı bir örneği oluyor. Bir derleme, şiir, antoloji veya hikayeler kitabı, kitabın içindeki sözkonusu eserlerin teması dışında, neden bütünsel olarak tasarlansın? Zaten tasarlanmaz mı? Kitap ile monografi dediğimiz olguyu, daha ilk satırlarından itibaren karıştırıyor Belge ve bu karıştırma kültür tanımındaki eklektisizme kadar varıyor.
Eklektisizm tanımsızlıkla başlar. Tanım çok ciddi bir iştir. Tanım bir şeyin ne olduğunu değil; daha çok ne olmadığını söyler.[16]
Tanım yanlışlıklarını ara sıra yaptığı bir lapsüs olarak değil, hemen hemen bugüne kadar yaptığı tüm kavram ve olgularda da yinelemiş olması, Belge’nin, tanım dediğim teorik bilimsel-zihinsel çerçeve yapıya verdiği önemsizliği de bize gösteriyor. Bu sadece, hızlı ve illâ da yazma-aydınlatma zorunluluğunun misyon olarak müşahhaslaşması gibi ve bu nedenle ortaya çıkan basit bir durum değil. Belge, etkileyici ve donanımlı biri. Olsa olsa bu, Belge’nin iletişim bilimleri ve büyük bir oranda da sosyal bilimler konusunda epey eksik bilgilenmelere sahip olduğunu ihsas eden bir olgu. Bu bilgilenme eksikliği nedeniyle iletişim araçları ile türlerini ve ögelerini karıştırıyor Belge. 1983’de de, 2003’de de. Ama ne yazık ki, “popüler kültür” bilimsel bir sosyoloji ve iletişim alanı olarak ortaya çıkıyorsa, ilk önce onun da sosyolojik karşılığı olan bir tanımını yapmak gerekmez mi? Üstelik, Belge’nin önünde bu tür tanımları yapanları kapsayan bir (hâttâ iki) makale de, 1981 yılında hazır yayınlanmışken.
Ben burada Belge’nin diğer alanlardaki (felsefe, bilim, epistemoloji, ideoloji, altyapı-üstyapı, sosyal formasyon, sosyal bilim, tarih, edebiyat, sınıf mücadelesi/bilinci, vs.[17]) tanım yanlışlıklarını ve eklektisizmini değil, konumuz olan “popüler kültür” ve “kültür” ile ilgili tanım yanlışlıklarını ele alacağım.
Aynı, Kitap’ı yanlış tanımladığı gibi, Belge, kültürü de, popüler kültürü de çoğu kez yanlış ve zaman zaman da eksik tanımlıyor. Sadece o değil tabii, ama bir daha vurgulayayım, onun eklektisizmi, diğerlerini de kapsayan bulaşıcı ve belirleyici bir özelliğe sahip.
Şimdi Belge küllayatının popüler kültür dehlizlerindeki neşeli ama şaşırtıcı yolculuğumuza başlayalım. Önce, konumuzu açıklığa kavuşturmak için Belge’den bağımsız olarak bir popüler kültüre nasıl yaklaşılırın tanımsal irdelemesini yapmaya çalışalım:
Türkiye’nin kentleşme dinamiklerinin kültüre yansıyan boyutlarının erken tarihini, Behice Boran, Mübeccel Kıray, Pertev Naili Boratav, Ahmet Hamdi Tanpınar ve diğerlerinin yazılarında bulabiliriz. Daha da erken tarihi, Atatürk döneminin İnsan dergisi; Kadro dergisi, hatta, Terbiye Postası gibi dergilerdedir.[18] Bu arada, Doğan Avcıoğlu’nun Türkiye’nin Düzeni, aslında bir kentleşme analizi çabasından çıkmış olan Stefanos Yerasimos’un Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye ve İsmail Cem’in tarihî, sosyolojik eserleri, şu anda çok şematik kaçsa da, popüler kültürümüzün gelişme dinamiklerini gizli gizli açığa çıkartan eserlerin bazılarıdır. Günümüzde, Türkiye’de popüler kültür incelemeleri, henüz ampirik bir inceleme düzeyine erişmemiş ve dolayısıyla teorik çerçevesi oluşturulamamış spekülatif düzeyde hüküm süren çalışmalarla sınırlı kalmaktadır.
Popüler kültür ve kültür üzerine ahkâm kesenlerin çoğunluğu, bu kültürü, yaygın olarak tüketilen müzik ürünlerine indirgemeye eğilimli tartışmacılardır.[19] Bunun tek bir nedeni vardır: hiç araştırmadan en kolay ampirik veriye sahip olunabilen popüler kültür göstergesi, yaygın olarak dinlenen müziktir. Aristo bile, popüler kültürü tanımlarken müziği örnek verir.
Popüler kültür üzerine tartışanlar, kentleşme sürecinden bahsettikleri halde, bu sürecin mütemmim cüzzü olan, ‘popüler’ olanla, ‘kitlesel olarak üretilmiş’ olanı birbirine karıştırırlar; kültür ile sanatı bulamaç ederler; beğeni ile tüketimi eş zannederler; ve en önemlisi de, seçme eylemi ile elde edilebilir olma durumunu birbirinden ayırt edemezler.
Hatta, bu tartışmacılar tarafından, bilinçsiz ve bilgisiz bir biçimde, seçme (choice) ve elde edilebilir olma (availibility) ile arz (supply) ve talep (demand) eş anlamda kullanılır. Kısacası, Türkiye’de popüler kültürü 25 yıldır itişe kakışa tartışanlar, popüler kültür ile teorik olarak ilişkiye gir(e)memenin bedelini öderler.
Bu teorik, ampirik ve tarihsel vurdumduymazlıkla, Türkiye’nin popüler kültürü deyince herkesin hemen ilk aklına gelen “arabesk müzik” konusunda tek ve yeterli araştırmayı neden bir İngiliz’in (Martin Stokes) yapabildiği konusunda da fazla kafa yorulmaz.
Teorik olarak popüler kültür ile ilgilenenler, mutlaka, Lukacs’ı okumalıdırlar. Caudwell’i anlamalıdırlar. Ayrıca, Lowenthal’i bilmelidirler. Bir de, Bowling Green Üniversitesi’nin uzun yıllar yayınladığı Popular Culture adlı dergiyi bulup karıştırmalıdırlar. Tabii ki, Ünsal Oskay’ı bulmaları daha kolaydır fakat takip edebilmeleri biraz zordur. Bir de ek olarak şunu belirtmek gerekiyor: Popüler kültür sadece Frankfurt Okulu ile sınırlı bir teorik çerçeveye sahip değildir. Frankfurt Okulu’nun popüler kültür eleştirisi aslında kapitalist bir kültür sanayisi eleştirisidir. Bu eleştirinin, Lukacs (başlangıçta FO üyesidir), Lowenthal (FO üyesidir), Caudwell ve Brecht ile beslenmeden anlaşılması pek kolay değildir. Hatta, popüler kültür üzerine düşünmeyecekseniz, sadece gazete yazısı yazacaksanız, gerekli de değildir. Bir de tabii Herbert Gans’ı ve George H. Lewis’i bilmeniz şarttır.
Konuya biraz da tanımsal olarak bakarsak, ‘popüler’ kelimesinin etimolojisi, populace, popülasyon, public, publication, pub, people gibi kökensel akrabalıklara dayanır. Hatta, eşanlam olarak common, demos, demokrasi gibi sözcüklerle de ilişkilendirilebilir bir anlamsal bağa sahiptir. Latince ile Eski Yunanca açısından ayrıklaşan, İngilizce’de kullanılan bu sözcüklerin hepsi, halk, yaygınlık, ortaklaşacılık, kamu, demokrasi gibi Türkçe karşılıklara sahiptir. Popüler kültür bu nedenle, halktır, demokrasidir, ortak ve yaygın eylem ve beğenilerdir; amma en önemlisi, popüler kültür kent olan yerleşim yerinin kültürüdür. Kent eğer demokratikse, o da demokratiktir; kitlesel üretim varsa kentte, o da kitle kültürüdür. Eski Yunan Atina’sında da vardır; New York’da da. Halkın etkinliği kadar eleştireldir; edilginliği kadar kabul edicidir. Yani, bir taraf değil; bir olgudur. Bazen bir endüstridir; bazen bir estetik tekliktir. Ama yaygınsa (popülasyonlara yayılmışsa) popülerdir. Tanımsal olarak bir de şu çok önemlidir: Seçkin ve folk kültürlerinin aksine, popüler kültürün sosyolojik bir katmana dayanması sözkonusu değildir. Yani, popüler diye sosyolojide bir katman yoktur.
Popüler kültür bir olgudur. Etkileri ve gelecekle ilgili dinamikleri spekülatif olarak değerlendirilemez. Ampirik olarak ortaya çıkartılmadan, teorik bir çerçeveye oturtulmadan hakkında ne dense boştur. Entellektüel bir sayıklamadan öteye gitmez.
Popüler kültür’ün içinde varolduğu araçlar ve etkinliklere göre yapısı belirlenir. Nasıl, folk kültürü ve seçkin kültür ayrı ayrı ve farklı katmanların beğenileriyle oluşmuş yaşam tarzlarıysa ve değişik araçlarla yaratılıyorsa, popüler kültür de kent içindeki yaygın ve birbirlerini tanımayan katmanların gündelik kültürüdür. Bu nedenle, seçkin kültür ögelerini de kullanır, folk ögelerini de. O aracı da, bu aracı da.
Bariz bir örnek ile noktalayalım: Televizyon bir iletişim aracıdır; kendi başına teknolojik bir olgudur. Televizyonun içeriği popüler de olabilir, seçkin de, folk da… Ama televizyon izlemek popüler kültürdür.[20] Televizyonu popülasyonun çok büyük bir çoğunluğu izler. Seçkini de izler, folku da. Televizyonla, opera da izlenir; Orhan Abi de… İzleyen herkese etkisi aynı olur[21]; tıpkı popüler kültür gibi. Bu etki, toplumu “orta-yol”a sokmaktır; mainstreaming’dir. George Gerbner’in bu ünlü kavramı, “cultivation” ile birlikte, popüler olan kültürü hem vareder, hem de onu popüler kılar. Aslında (bir dünya olarak) popüler kültür, artık, televizyondur.
Bir son nokta daha: Popüler kültürü anlamak ve saptamak, popülasyonu anlamak ve saptamaktır. Anlayıp saptadığınızda ne yaparsınız, o da size kalmıştır.[22]
Şimdi bu mülâhazlardan sonra, Murat Belge’nin TG’sine gelebiliriz:
Kitab (TG), Belge’nin sandığının aksine bir hayli bütünsel olarak şu bölümleri kapsıyor: Kültür Üstüne, Sanat ve Edebiyat Yazıları, Entellektüel Mekanlar, Çağdaş Mitler, Tarih ve Zaman, Müzik-Arabesk-Fotoroman, Gündelik Hayat, Magazin ve Söylemler. Bu bölümlerin altında da çok bütünsel ve derleme sistematiğine sadık kalınmış yazılar, Belge’nin deyişiyle “sosyalist denemeler” yer alıyor. Kitab, sanki Belge’nin bütünsel olamadım endişesini yalanlamak için kurgulanmış bir durumda. Zaten, bütünselliği yakalamak için tersinden “günceli ve tarihi” kapsayan bir “kültür yazıları derlemesi” için hem yukarıdaki bölüm başlıklarından oluşan kategorizasyon, hem de yazıların bu kategorilere yerleştirilmesinden başka bir şey yapılamaz. Kitab bu bakımdan çok başarılı bir derleme.
Ancak iş tanımlarla[23] ilişkin aynı bütünselliğe erişemiyor. Eklektik, parçacıl, teorik tutarlılıktan yoksun ve analiz düzeyleri ve soyutlamalar birbirine karıştırılmış. Belge’nin bütünsellikten kastı buysa, haklı, bu derleme bir “kitap” olmamış. Ancak ele aldığı konu, tanımsal tutarlılığa sahip olunulması gereken bir sosyal/iletişim bilimsel bir olgu: kültür ve popüler kültür.
TG’de, “Kültür”[24] üzerine ilk tanımı, dolaylı bir gönderme ile Kitabın ilk yazısı olan “Sosyalist Deneme Yazmak”taki[25] şu cümlede karşılaşıyoruz: “İktisadi ve politik buhranların bilinçliliğe yansıyan sonuçları, Batı toplumlarında uyumlu birey bırakmamıştır.” (s: 19) Oysa biliyoruz ki, ya da Lowenthal’den Adorno’ya kadar, Belge’nin de uyuştuğu bilginler bize söylüyorlar ki, bilinçlilik, bu toplumlarda kültür sanayi tarafından üretiliyor; ya da Althusser bize öğretiyor ki, bu bilinçlilik hali devletin ideolojik aygıtları (medya, aile, ibadet mekanları, okul, vs.) tarafından yaratılıyor. Yani, politik buhranlar tarafından değil. Tüm bu duruma da kültür diyoruz. Bu cümleden hemen sonra, Murat Belge, ele aldığı konulardaki bilimsel yetersizliğini vurgulayan ilk yanlışını yapıyor: Diyor ki, “bu ortamda ‘deneme’ bir anlaşma vasatı olmaktan çıkmıştır.” Belge bu cümlede, deneme (essay) gibi yazınsal bir türü, mecra-medya gibi araçsal bir türle karıştırmış gibidir. Ortalama ya da orta demek olan vasat, eski bir kelime olarak medya ya da mecra demektir.[26] Deneme-essay, iletişim bilimleri açısından bir mecra-vasat değildir. Ancak, sözün yazı şekline dönüştürülmesininden ortaya çıkan belli bir yazınsal ve içeriksel formu olan yapısal bir yazı tarzı olabilir. Buna edebiyatta, “tür” diyoruz; “vasat” değil. Bu sadece bir dil sürçmesi olsa, işi Freud’a havale edeceğiz ancak, bir cümle sonra Belge vasat kelimesini bir kez daha hiç olmayacak bir kavramla birlikte kullanıyor, diyor ki: “uyumsuzluğu kendi içinde sergileyebilecek (varoluşçu roman, anti-roman, yeni roman [gibi])...ya da [bunlara] benzer bir başka sanat dalının vasatını gerektiriyor.” Burada artık iş lapsüs değil. Belge’de, apaçık, sanat (edebiyat) türleri ile iletişim mecraları-“vasat”ı birbirine karıştırılmıştır. Aynı Kitap’ta olduğu gibi... Dolayısıyla Belge, deneme gibi bir edebi türü, iletişim mecrası ya da vasatı halinde görerek, edebiyatla iletişim bilimlerini bulamaç etmiştir. Edebilir. Ancak, iş popüler kültürün ya da kültürün sosyolojik ve iletişimsel tanımları ve bu tanımlarla yapılacak analizler olunca, bu kadar “söz hürriyetine” hiç kimse sahip olamaz. Popüler kültür, tanım olarak bir sosyoloji ya da iletişim bilimleri terimi ya da “olgusudur.” Deneme veya roman ise bir edebiyat türü.
Yine aynı yazıda yer alan şu yaklaşım da, konumuz açısından önemli: “Gene de deneme türünün taşıyıcısı olabileceği bir fikir alış verişi, bir yeni ortak kültür çabası [Nurullah] Ataç zamanında mümkün değildi.” (s: 20) Bu cümle ise benim söylediğim biçimde doğruyu içeriyor. Bir edebi tür “fikir” verebilir, “düşünceyi” tetikleyebilir, ancak vasat (mecra-araç) olamaz. Belge, sadece tanımları karıştırmıyor, doğrularla yanlışları da bulamaç haline getiriyor. Taa, günümüze kadar.
İletişim araçlarının tanımsal bulanıklığı Belge’de oldukça yoğun. Ortaya çıkan sanat eserlerinin iletişim açısından farklılıklarını da bilmiyor. Örneğin, “...bir sinema sanatıyla opera veya balenin aynı dönemde aynı karekteristikleri göstermeleri oldukça güç. Çünkü hitap ettikleri kitleler ayrı.”[27] (s: 29) Artık bu cümlelerdeki “kitle” terimiyle “popüler kültür” alanına da girmiş bulunuyoruz. Ancak bu iki cümle aşikârın tekrarı olmakla birlikte, yanlış da. Bir kez bu üç sanatsal üretimin yaratım sürecinde tabii ki seslendikleri kitlelerin ayrı ayrı düşünülmeleri mümkün, ancak tüketilme düzeyinde bu işi ampirik olarak “ayrı kitlelere seslenme olarak” saptamak imkânsız. Çünkü sinema bir kitle iletişim vasatı (aracı); opera ve bale ise, yayınlanmak için kayıt edilmemişse, sadece iletişim aracı. Bu iki türün hitap ettiği kitlelerin ayrı olması doğal ama ne kadar ayrı, o işte ampirik bir araştırma sorusu.
Belge’nin bu yazıları yazerken içinde bulunduğu ruh hali, zamanın (1975-1982) sanat ve kitle iletişim araçlarına bakışının bulanıklığı ile açıklanabilir. Bu anlamda Belge, teorik bilginin değil, günlük şaşkınlığın ve tanım karmaşasının tutsağı olmuş gibi görülebilir. Ancak, Belge, dediğim gibi kuşakları etkileyen bir ideolog-bilimadamı aynı zamanda ve bu nedenle, içine düştüğü bulanıklık masum ve affedilebilir olmaktan çok eleştiriyi ve hâttâ reddiyeyi gerektiriyor.
Şu cümleler yine sanat ile kitle iletişiminin, elit ile popülerin arasındaki uzlaşmaz çelişkiyi uzlaştırma ihtimalini kapsıyor ama naif ve birikimsiz olarak: “Gazetelerin sanata yer açmaları, sanatın geleneksel işleyişinde değişiklikler yarattı. Sürümü, satışı az sanat ve edebiyat dergileri [yerine] ... böylece sanatçı daha güçlü bir hoparlörle konuşma fırsatını elde etti... yol bir kere açıldı. Sağlıklı bir sanat gelişmesinin uzun vadede en şaşmaz ölçütü ‘kitle ile ilişki’, bugün [Ocak 1976] eskisi kadar uzak değil.” (s: 30-31) Geçen 30 yıl bu öngörüyü ne kadar gerçekleştirdi, konum o değil ama, en azından biliyoruz ki, Belge’nin zımnî tanımı olarak “sanat” gibi elit kültüre ait bir yaratı alanını, popüler kültür “vasatı” olan gazeteye indirgemenin ancak ve ancak sanatı da kendi içinde elit ve popüler (hâttâ folk) olarak ayrıştırılması ile olabileceğini Belge bu sözleri ile imâ etmiyor. Bu da, sadece kültür, popüler kültür değil, onların elitist ifadesi olduğu zannedilen sanat alanında da Belge’nin bulanık sularda yüzdüğünü gösteriyor. Belli ki sanat’ı elit olarak tanımlıyor Belge, yoksa gazetelerce kapsanmasını olumlu bir ifade ile anar mıydı? Ya da, gazetelerin sanatı kitle ile ilişkilendireceğini söyler miydi? Ancak, biliyoruz ki, bir kültür ürünü olan sanatın da, yukarıda belirttiğim gibi, elit, popüler ve folk olanı var. Bu değişik sanatlar da, değişik mecralara ihtiyaç duyarlar. Popüler sanat bal gibi her zaman gazetelerde (1976’dan çok çok önceleri de) yer almaktaydı ve alacak, bunun için bilimadamı ya da kâhin olmaya gerek yok.
Konumuz olan popüler kültür tanımındaki belirsizlik, yanlışlık ve eksikliklere geçmeden önce, Belge’nin Kitab’ındaki sırayı da izleyerek, kültür tanımlarına bakalım: Aynı sanat gibi kültür tanımlarında da Belge tutarsız.
Şu cümle tutarsızlığı vurgulamak açısından epey öğretici: “Kültürel alanda da bir arz ve talep yetersizliği belirmeye başlıyor. Burada kültür kelimesini oldukça geniş bir anlamda kullanıyorum: Yalnız güzel sanatları değil, teorik inceleme ve araştırmaları, bilimleri de katıyorum bu kavramın içine. Bütün bu geniş alanın geleneksel alıcı kitlesi, daha üstün nitelikli mal istiyor. Edebiyat okuru daha dolgun şiir, hikaye, roman, gazete okuru daha çok bilgi veren ve ufuk açan yazı, göstersel sanatların seyircisi daha doyurucu, daha zekice yapılmış, sahnelenmiş oyun, film bekliyor.”[28] (s: 33) Bu paragrafta “göstersel” gibi bence çok uygun ve hoş bir kelime dışında, kültüre ilişkin bütün kavramlar, sıradan insanın “kültürlü adam” diye nitelediği, elit kültürün ürünlerinin tanımını içeriyor ve bilimsel sosyolojik açıdan değersiz anlamlara sahip. Sadece bilgili, okumuş, sanatla ilişkili bir düzeyde olan insanların faaliyet alanlarını kapsayan bir kültür tanımı, biliyoruz ki, iletişim bilimci ve sosyolog olarak bizim kullandığımız bir tanım değil. Hâttâ, yanlış bir tanım. Aynı sanat gibi, kültürün de, elit, kitle ve folk kategorilerinde değişik ürünleri olabilir ve zaten popüler kültür dediğimiz olgu da, böyle bir olgu. Aynı yazıda, Belge, bir de o zamanlar yaygın bir terminoloji olan, “demokratik kültürden” de sözediyor. Tabii, o zamanların (1970-1980) Türkiye’sinde kavram karmaşalarından biri olan “demokratik kültür” kavramı, aslında, antropolojik-sosyolojik anlamda bir kültür tanımını içeriyordu. Ancak, Belge gibi, o dönemin kavram karmaşını bizzat yaratanlar, bu farkı bilmiyorlardı: “Politikanın kültüre bugünkü müdahalesi (1977), bazılarınca çok üzücü bir olay gibi karşılanıyor. Bence, politika ile kültür arasındaki eski derin uçurum, daha sağlıksızdı. Kültürü gerici ideoloji uyarınca yeniden düzenleme yolunda bugün girişilmiş çabaları elbette olumlu karşılayacak değiliz, ama bu müdahaledenin açtığı gedikler, bize eski resmî görüşün de yetersizliklerini gösterebiliyor, dolayısıyla, geleceğin demokratik kültür ögelerinin ne olması gerektiğini de açılan bu gedikten, daha iyi görürüz. Kültür dokunulmaz, ebedî bir şey değildir. Kültür, aynı zamanda ‘tarafsız’ da değildir. Bugün Türkiyedeki politik kutuplaşmanın kültüre müdahale biçimi de bu olguyu yeniden vurgulamakta. 1976 sonlarında büyük tartışma konusu olan yeni ders kitapları ne kadar tartışılsa yeridir.” (s: 34-35)
Bu paragrafta “kültür” farklı düzeyleri tanımlamakta kulanılmış gibi. “Politikanın kültüre müdahalesi” sanki belli bir antropolojik-sosyolojik tanımı gösteriyor. Ancak, durum ders kitaplarına kadar indirgenince yine bilim veya sanat olarak “kültürden” söz edildiğini anlıyoruz. “Demokratik kültür” ise insanın demokratik kişiliğe sahip olması mı, yoksa kültür ürünlerinin demokratik olarak dağıtılması mı, belli olmuyor. Oysa, yazının bütünü, yine, burada kullanılan “kültür” kavramının, elit kültür (güzel sanatlar ve bilim) olduğu çıkarsanabilecek vurgulara sahip. Bu cümleyi izleyen bir başka cümle ise kafa karıştırmaktan başka bir işe yaramıyor: “Şimdi ise bütün kültürel değerlerin yeniden düzenlenmesine çalışılıyor. Yani kültür, içinden değiştirilmek isteniyor. Çeşitli yayın ve haberleşme organlarından yapılan bu, bir süreden beri bütün topluma hitap eden radyo ve televizyonda verilmek istenen bu, belli çevrelerin sinemadan beklediği bu. Okul kitapları ise bu sürecin bir önemli yeni aşaması.” Bu cümle tipik bir Belge cümlesi. Kültür ne demektir, anlaşılamıyor. Bir hayat tarzı mı, “bütün kültürel değerler” denilen şey o olsa gerek; peki aynı zamanda medya’dan verilen bir şey ve içeriden de değiştirilebilen bir şey, yoksa ideoloji mi? Althusser’i okumuş biri hiç böyle bir cümle kurar mı? Ne olduğu pek belli değil. Bir ürün mü, maddi-manevi her şey mi, yoksa, jakoben tarzda yapılandırılacak bir olgu mu; radyo-televizyonda verilmek istendiğine göre Gerbner’in kaltivasyonu veya mainstreaming’i mi, belli değil. Belki de hepsi ama aynı yazıdaki şu cümle işi biraz daha karıştırıyor: “... kültürün Türkiye’de artık seçkinleri ilgilendiren soyut bir tartışma alanı olmaktan çıkıp, ima ettiği bütün politik bağlantılarıyla, kitlelerin sorunu olmasıdır. Bu alanın bir çeşit uzmanları olan sanat ve kültür adamlarının, bu alanın gerçek sahipleriyle dialog kurması ve kültürel üretimin böyle çok yanlı bir denetim içinde yürümesi, gelecek için umut veren gelişmelerdir.” (s: 37) Burada ise kültür, elit sanat ürünü ya da ideoloji yayan zihinsel süreçlerin ürünlerinden başka bir şey değildir. Ama yine de ne olduğu tam belli değildir. Daha bitmedi. Yazının son paragrafı ise hamasî bir soru ile bitiyor, bitiyor bitmesine ama, kültürü bu kez de sosyolojik olarak tanımlayarak: “Egemen çevrelerin kesin baskısı altında bir toplum mu, yoksa halkın gittikçe artan ölçüde politik kararlara katıldığı ve politik kararları belirlediği bir toplum mu olacağız? Buna bağlı olarak, kültürümüz, egemen çevrelerin bu baskısını, ideolojik düzeyde garanti altına almak için oluşturulmuş, tutucu, kapalı ve hiyararşik ögelerle kurulmuş bir kültür mü, yoksa halkın kendi potansiyellerini gerçekleştirmesinin aracı, geleceğe açık ve eşitlikçi bir kültür mü olacak?” (s: 37) Bir cümle önce, bilgi, elit-sanat ve ideoloji gibi sadece zihinsel ürün olarak tanımlanan kültür, Belge’de, bir cümle sonra sosyolojik anlamda maddî ürünleri de kapsayan toplumsal bir “hayat tarzı” olarak tanımlanmaktadır. Zaten Belge’yi entellektüellerimizin kafa karışıklığının yazılı belgesi haline getiren de bu tür teorik yalpalamalar ve ampirik tanımsızlıklardır.
Tam bir yıl sonra, Belge bu kafa karışıklığının farkına varmış olarak karşımıza çıkmaktadır. Kitab’da bir sonraki sayfada yer alan yazı, aslında öncekinden bir yıl sonra yazılmıştır. Bu da, Belge’nin biraz kitap karıştırdığının bir göstergesi olarak yorumlanabilir. Bakın yukarıdaki cümleleri yazan Belge, tam bir yıl sonra ne demektedir?: “Kültür derken, bir toplumda varolan değerlerin en gelişmiş, en incelmiş taşıyıcıları olan çeşitli güzel sanatları anlıyorsak.... Ama kültüre daha geniş bir tanım içinde bakıyor ve ondan, bir toplumun manevi hayatının nirengi noktalarını oluşturan bir değerler sistemini anlıyorsak...”[29] (s: 38)
Ancak bu iki tanım da, kendi içlerinde eksiktir. Dar anlamıyla kültür sadece “güzel sanat” eserlerinden oluşmaz; bilgi, bilim, din gibi zihinsel ürün üreten bir çok faaliyet alını sonucunda ortaya çıkmış ürünleri de kapsar. Geniş anlamıyla olan kültür ise, Belge’nin söylediğini eksik bırakmaktadır. Geniş anlamıyla kültür, maddi-manevi olan her şeydir, sadece “manevi hayatın nirengi noktaları” değil. Burada yine iletişim bilimleri düzeyinde bir yanlışlık da mevcuttur. Güzel sanatlar “taşıyıcı” değil öz taşıyan formlardır.[30] Onları bize taşıyan ayrıca mecralar, vasat veya ortam (medya) vardır: Galeri, Kütüphane, Müze, Gazete, Televizyon gibi... Sanat, bizatihi, özün biçime büründüğü bir faaliyettir. Bunu anlamak için de bol bol Lukacs okumak ve çalışmak gereklidir. Belge bu yazısında, demek ki güzel sanatlar olarak kültürden değil de, sosyolojik anlamda hayat tarzı olan kültürden sözetmektedir. Demektedir ki, “Politik hayatımız gibi kültürümüz de anti-demokratiktir. Bir düzeyde devletin yerel yönetime, belediyeye tavrı [tarzı], bir başka düzeyde babanın çocuğuna, kocanın karısına tavrını [tarzını] yansıtır... 1978’e girerken... Yeni sağlam, demokrat bir kültür kurmanın da eşiğine ayağımızı basmış bulunuyoruz... Bunu başaracak olan, somut yaşayış içinde buluşan aydınlarla kitlelerdir.” (s: 41)
Tam da bir yıl içinde öğrendi artık kültürün ne olduğunu derken, Kitab’ta sayfayı çevirdiğinizde birdenbire, ama gerçek hayatta tam bir yıl sonra Belge yine kafa karıştırmaktadır: “Kültür bir topluma gökten inen bir şey değil, o toplumun ekonomik, politik, toplumsal hayatıyla iç içe, onlardan kaynaklanan ve onları yansıtan bir şey; ayrıca bir toplumda tek kültürden sözetmek de yanlış olur. Sınıflar, onların farklı çıkarları, ideolojileri, politik mücadeleleri vardır. Bu bakımdan kültür de önemli mücadele alanlarından biridir... ‘kültür’ sadece birtakım sanat ve düşünce adamlarının yarattığı üstün nitelikli eserler bağlamında değil, en temel anlamında, bir yumuşama tarzı ve buna bağlı değerler sistemi anlamında bir sorun olarak gündeme gelmiştir.”[31] (s: 42) Bu cümlede her türlü “kültür” kavramı ve tanımı yine mevcuttur. Kültür toplumun ekonomik, politik, toplumsal hayatıyla iç içe, onlardan kaynaklanan ve onları yansıtan bir şeydir. Demek ki, toplumun kendisi, hayat tarzı ya da maddi-manevi unsurlarının tamamı değildir kültür. Bunlarla “iç içe,” bunlardan “kaynaklanan” ve bunları “yansıtan” bir şeydir. Hayatın içinde, ondan kaynaklanan ve onu yansıtan bir “mücadele” alanıdır. Demek ki, bir ürün, bir faaliyettir; Belge’nin tercihine göre de bir sanat ya da zihin ürünü olabilir. Ancak bir de cümlenin ikinci yarısında bunun sadece böyle olmadığı, sanat adamlarının yaratılarının yanısıra kültürün bir “değerler sistemi” anlamı olduğu da vurgulanmaktadır. Hangisidir? İkisi de olabilir mi? Dar veya geniş açıdan bakışları ve kavramsallaştırmaları karıştırarak analiz yapmak mümkün müdür? Lowenthal’e, Adorno’ya, Althusser’e ve Lukacs’a göre mümkün değildir. Bu birbirlerinden farklı açılımlara sahip bilginler, kültürü bir hayat tarzı, (her türlü elit, pop, folk) sanatı da onun ifadelerinden biri olarak görürler. Bu nedenle, Lowenthal kitle kültürü’nden; Adorno kültür endüstrisi’nden; Althusser devletin ideolojik aygıtlarından ve Lukacs da roman ve toplumcu/eleştirel gerçekçilik ve sınıf bilincinden bahseder. Belge daha doğrusunu bilir ama, belki de bu bilginler haklıdırlar.
Belge, daha da ileri gider. Aynı yazısında “otoriter kültür/yığın kültürü” (s: 43) ikileminden sözeder. Otoriter kültür, hiç sanmıyorum ya, Belge’ye göre, belki de Adorno’nun Otoriteryen Kişilik[32] dediği kavramın kültürel olarak yaygınlaşması demektir; yığın kültürü ise, Lowenthal’in modern popüler kültür’ü ile eş kavramlardır. Bu konu Belge’de açıklığa kavuşmuyor ancak şu bir gerçek ki, bu iki yeni kavram, artık bir “güzel sanatlar ve bilim eseri olan kültürü” değil, “hayat tarzı olan kültürü” gösteriyor. Ancak aynı yazıda, yukarıda görmüştük ki, bir iki paragraf önce Belge kültürü, hayat tarzı olarak mı, yoksa güzel sanatlar yaratıcılarının (ve bilim adamlarının) yaptığı şey mi olacağını pek belirleyememişti ama sanat eseri olarak kültürden de bahsediyordu. Bir sayfa sonra ise, artık karar vermiştir Belge, kültür bir hayat tarzıdır: “... alışık olduğumuz otoriter kültür sonunda bu noktaya varmışsa, bu kalkış noktası ile gerçekten eşitlikçi, özgür ve hümanist bir toplum ve onun kültürü arasındaki mesafe nasıl aşılır?...” (s: 44). Biz tabii, bu kadar büyük toplum mühendisliği işine girişmeksizin sormak durumundayız: Hayat tarzı olarak kültür ile sanat eseri olarak kültür arasında mesafe nasıl aşılır?
Tam bir yıl sonra ise Belge kültürü artık tam anlamıyla sosyolojik bir tanımla anlamaktadır: “Her kuşağın, yeni baştan tüm geçmiş kültürü yıkıp yeniden kurduğu görülmektedir.”[33] (s: 45) Bu cümlenin talihsizliği yine, bir yıl sonra yazılmış olmasına rağmen, Kitab’ta bir sayfa sonra yer almasıdır. Ancak, 1980 yılı Türkiye’yi değiştirdiği gibi Belge’nin kültür tanımını da değiştirmişe benzemektedir. Artık çok sosyolojili, hâttâ antropolojik bir kültür tanımıyla karşı karşıyayız. “Yasak kültürü”nden, “demokratik ve insacıl kültür”den (s: 47) bile bahsetmektedir Belge aynı yazıda. Ayrıca işi artık, sosyolojinin “kimlik” gibi diğer kavramlarıyla açıklamak düzeyine de erişmiştir: “Kültür, son analizde, bir kimlik sorunudur.” (s: 48). Ancak, hemen sonra verdiği örnek ile bu kimliğin bir sanat yapıtı aracılığıyla mı edinildiği, yoksa bir bireyin toplumsal olarak kendini nasıl tanımladığı ile mi sahip olunduğu belli değildir: “Bu kimliğin dar tutulması sonunda kültürü de daraltır. Dede Efendi’nin temsil ettiklerini seçtiği için Beethoven’i dıştalayan bir kültürel kimlik de, Beethoven’in temsi ettiklerini seçtiği için Dede Efendi’yi aşağılayan bir kültürel kimlik de eşit derecede dar ve daraltıcıdır.” (s: 48).
Yine büyük bir ihtimalle bir yıl kadar sonra fakat Kitab’ta bir sayfa sonra, artık herşeyin ayırdına varan bir Belge karşımızdadır. Yazısının başlığı ise tek kelimedir: Kültür[34] (s: 49)
Bu yazısı artık Belge’nin kültür tanımı açısından kemale ermişliğini göstermektedir. Yazıdaki kültür tanımı aslında artık bir “popüler kültür” tanımıdır da, ancak Belge bunun farkında değildir: “Kültürün elitist tanımı, bir uygarlığın meydana koyduğu en yüce manevi değerleri kültür kapsamına sokar... Tutucu İngiliz şairi ve düşünürü T.S. Eliot ise, kültürü tanımlarken, modern antropolojinin radikal tavrına daha çok yaklaşır: Kültür... bir halkın bütün kendine özgü etkinlik ve ilgilerini içine alır...[Eliot’a göre] yalnızca entellektüel ürünlerin en yüceleri değil, gündelik hayatın en somut ayrıntıları da kültürün kapsamına girer.”[35] (s: 49)[36] Ama bu güzel ve doğru açıklamadan hemen sonra, aynı sayfada ne görüyoruz? Yine bir tanım karmaşası: “... günümüzde büyük ölçüde sentetik nitelikli kitle kültürünün yaygınlaşmasından çok, kitlenin daha zengin içerikli kültür ürünlerini sindirebilecek eğitim ve bilinç düzeyine yükselmesi demektir.” Burada ise kültür yeniden sanat ürünleri düzeyine indirgenmiş ya da elit sanat ürünleri düzeyine yükseltilmiş durumdadır. Fakat karmaşa bununla da kalmıyor; otuz satır kadar sonra, bir de ne okuyalım dersiniz!: “Bir yaşama üslubu olarak tanımladığımız kültür iyice varolan durumun sahici göstergesiydi de.” (s: 51) Bu cümlenin hemen ardından da, Raymond Williams’dan bir alıntı: “Kültür, Williams’a göre toplumun gelecekle bağlantısıdır.” Hangisidir? “Kitlelerin içine sindirecekleri zengin içerikli kültür ürünleri” midir, kültür? Yoksa, “bir yaşama üslubu” mu? Bir türlü karar veremiyor Belge. Her ikisi de dese, bu kez eklektizmini itiraf edecek; oysa, Belge buna izin vermeyecek kadar donanımlı. Her yıl başka başka şeyler söylemesi belki bir inkişâf gibi (bizde “değiştim” kelimesi ile açıklanan cinsten gelişme olarak) görülebilir ancak aynı yazıda bunu yapar olması tam da bir belge “değeri”ndedir. Bir sonraki yazıda ise, bu karmaşa artık bas bas bağıran, ben bu işi bilmiyorum diyen bir belgedir: “Değişik uygarlıkların kavşak noktasında yer alan Türkiye, tarihi boyunca bir çok farklı kültürün yüzyüze geldiği bir ülke olmuştur... değişik etnik kültürler... batılı kültürel etkiler, toplumun yeniden sınıflaşması, yeni toplumsal yapıdaki farklı ağırlıkların kendilerini kültürel düzeyde hissettirmeleri, bu kültürel karmaşıklığın ögelerinden bazıları.”[37] (s: 53) Bu cümlenin tam dört cümle sonrasında ise şu cümle vardır: “1981’in kültürel hayatına baktığımızda, neler görüyoruz? Göze görünen yüzeyde fazla bir şey yok gibi. Hatta, oldukça durgun bir yıl geçirdiğimizi söyleyebiliriz. Edebiyat, tiyatro, sinema, ortalamanın üstünde parlak ürünler vermedi.” (s: 53) Hani, bir yaşam üslubuydu kültür? Hani, etnik kültürler vardı, ya da batılı kültürel etkiler? Bunların hepsi incelmiş, yüksek sanatsal ürünler veya manevi değerler olarak mı varolmaya karar vermişlerdir? Türkiye’de etnik kültürler kendilerini nasıl ifade ediyorlar? Roman, tiyatro, film vs. gibi formlarla mı? Burada da tanımsal düzeyde iş karışmış durumdadır; Belge’nin çoktandır ısrarla “belgelediği” Türkiye’nin “kültürel karmaşıklığı ve mozaik’i” gibi. Ayrıca, bu cümlenin devamı olan şu cümleyle de, Belge, popüler kültür içinde yapılan en vahim hâtayı yapıyor, belki de 1983’ten sonra yapılan bütün hataların temelinde o var: “Resim de alışılan yolda yürüdü. Bale veya heykel gibi resmiyete daha yakın sanatlar bazı canlanmalar görülmüş olabilir. Müzik alanında da eskiden bildiğimiz türlerin devamını izledik. Kibariye ve başka –iye’lerin çıkışı bu akışı değiştirmedi.” ([cümle aynen böyle] s: 53) Burada Belge, kültürü popüler kültür olarak da gördüğünü söylüyor ve bütün kültürü sanat formları olarak tanımlamasının yanısıra, popüler kültürü de pop müzik olarak tanımlıyor. En azından, kendisi başka türlü düşünmüş olsa bile, verdiği örnek bunu gösteriyor. Kültür, Belge’ye göre “toplumun herşeyini kapsayan bir yaşama üslubu” olamayacak kadar da elitist bir ürünler manzumesi: “Yüksek Öğretim Yasa’sının değişmesi, kültürel üretimin temel kurumlarından birinin değişmesi nedeniyle, uzun vadede farklı etkiler yaratacak.” (s: 53) Burada bir Athusserian giysisi ile karşımıza çıkan Belge, “yayın kurumları,[38] sorunları demagoji ve sansasyondan uzak bir biçimde, köklü incelemelerle sunmayı başardıkları ölçüde, geleceğin kültüründe çok olumlu bir yapıcı rol oynayabilir.” (s: 55) diyerek, yine devletin ideolojik aygıtlarından olan kültürleştirme (sosyalizasyon) kurumlarından biri olan eğitim ve okul’un sadece zihinsel yönü olan yayınlardan (ders kitaplarından) bahsederek, Althusser’e de rahmet okutuyor.
Buraya kadar, Belge, kültürü bazen yaşama üslubu, bazen de sanat ürünlerinin tümü, bazen de incelmiş yüksek sanat ürünleri, bazen de zihinsel üretimlerin tümü, bazen manevi nirengi noktaları, bazen de bilim olarak görmüş ve hep bir yüksek sanat ve yüksek bilgi ile manevi değerler manzumesi olarak, birbirine zıt tanımlarla kültürü açıklamış durumda. Bunu bazen aynı yazıda, bazen de arasında yıllar olan yazılarda yapmış bulunuyor. Dolayısıyla, Belge’nin eklektisizmi kronik bir hâl almış gibi görünüyor. Hâttâ kültüre bir de “ulus” tanımı ekleyince bu eklektisizm iyice absürd boyutlara ulaşıyor: “Osmanlı İmparatorluğunda, değişik milliyetlerden insanlar ... yüzyıllarca bir arada yaşadılar ve ortak bir kültür yaratmayı da başardılar.”[39] (s: 57) Bu ortak kültür aslında Belge’ye göre değişik ulusların oluşturdukları bir şeydi, dolayısıyla varsayım olarak ulusal kültür diye bir şey vardır. Nitekim, sosyoloji de bunu kabul eder. Ancak, bu kez artık, kültür tanımını, ulusla eşitleyerek içinden çıkılmaz bir girdaba girmiş durumdayız. Biz değil tabii, Belge ve tilmizleri. Bu ulusal kültür de bazen aşılmaktadır Belge’ye göre: “Anadolu’nun da içinde yer aldığı Ortadoğu dünyasının özel bir kültürü var.” (s: 60) İşte burada bir de bölgesel kültür diye, dil ve ulusal sınır üstü bir kültür tanımı ile karşı karşıyayızdır. Bu kültürün artık yüksek edebiyat ve sanatsal ürünlerle ilgisi olamaz. Belge söylemiyor ama biz hep gündelik konuşmalarımızda, çoğumuzun bilimsel terminoloji ve tanımları gündelik konuşmadan farklı olmadığı için, bilimsel analizlerimizde de bir “Akdeniz kültüründen” bahsetmez miyiz? Alın size bir başka kültür tanımı daha. “Osmanlı kültürü.”[40] (s: 62) İşte bu kültür, “farklılığa ortak bir üslub verebilmiştir.” “Eğer çağımızda kültürün çeşitlendiğini, alt-kültür kavramının önem kazandığını kabul ediyorsak” (s: 63) diyen Belge, belli ki “sosyolojik kitaplardan” edinilmiş kavramlara da aşinâ; ancak bir sayfa sonra, “Osmanlı kültürünün çeşitliliğinde tarihin oynadığı role ilişkin bir örnek vermek gerekirse: Divan Şiiri...” (s: 64) deyince artık isyan etmemek mümkün olmamaya başlıyor. Hem alt-kültür türünden tamamıyle sosyolojik bir kavram ve farklılıkların mecz edildiği ortak yaşama üslubu olan kültür ama örneğe gelince yine bir sanat ürünü, hem de elit, incelmiş, yüksek sanat ürünü: Padişahların ve ûlemanın Divan Şiiri. Üstelik bu “Osmanlı, aynı zamanda, bize Batı’dakine benzer bir sınıf kültürü de bırakmamış” (s: 65) durumda. Bunu da okuyunca, ben de Kitab’ın 66. sayfasına şu notu düşüyorum: Murat Belge’nin “kültür” kavramı, her derde deva maydonoz gibi bir şey. Her şeyi kültür ile açıklamak mümkün. Değil mi yoksa?
Bundan doğal ne olabilir ki? Zaten bizim tüm entelejansiyamız bu tür bir “kültür kavramı” ile mücehhez değil mi? Evet ama artık bunun nedenini bulmuş durumdayız: Murat Belge. Onun bu kültür tanımlarını sunduğu karmaşık “sosyalist denemeleri”ni okuyan şu anda medyada ve “akademya”da çalışmış olan herkes pek sosyalist olamamış ama bu sakatlığa gark olmuş durumda, aynı Belge gibi kültür ve popüler kültür tanımlarından birini bırakıyor; öbürünü “deniyor.”
Belge, “kültür incelemesinin [herhalde, cultural studies’den bahsediyor] başlıca görevi bu yeni karmaşık fenomeni analiz etmek olmalı... Geleceğin Kültürü dediğimiz şey, varolan ideolojinin doğu veya batı kategorisinden değil de bugünkü gerçekte yaşanandan çıkacağına göre, ilk hedef bugün yaşananın anlaşılmasıdır.” (s: 68) diyor. Bu nedenle de Kitab’ına Tarihten Güncelliğe adını vermiş olmalı. Ancak gördük ki, Belge kültürü çeşitli anlamlarda kullanıyor. Bu nedenle “bugün yaşananın anlaşılmasını” sağlayacak bir bilimsel bir analiz için yeterli tanımsal ipuçlarını vermiyor. Vermemekle de kalmıyor, bir bilimsel analiz yapabilmek için tanımsal olarak o kadar değişik soyutlama düzeylerinde daldan dala atlıyor ki, bir süre sonra Belge de, biz de Belge’nin ne dediğini anlamaz hale geliyoruz. İşte size bir başka örnek: “Kültür toplumsal olayların en demokratik olanıdır, en kitlesel olanıdır. Tornadan kültür çıkarıp halka dağıtamazsınız. Dağıtsanız da mutlaka zamanla başka bir alternatif çıkacak, herkes ona koşacak, sizin malınız da elinizde kalacaktır. Özetle, gelecek kültürün ne olacağı sorusuna cevabı verecek olan kitledir.” (s: 69)[41]
Bu bir bilimsel yazı olmasaydı, ‘buyurun buradan yakın’ diyecektim. Ama ciddiyetimi korumam lâzım. Şimdi ciddi ciddi yukarıdaki cümleyi analiz edelim: “Kültür toplumsal olayların en demokratik olanıdır” dediğimizde, kültürü bir ürün olarak tanımlamış durumdayız. Oysa, daha önce Belge, “demokratik kültür” diye bir tanım yapmıştı. Belge, “Tornadan kültür çıkartıp halka dağıtamazsınız” dediğinde ise bir hayat tarzı’ndan bahsediyor olması lâzım. Oysa, Belge, gördük ki, kültürü, incelmiş sanat ürünleriyle özdeş olarak da tanımlamakta bir sakınca görmüyordu. Kültür tornadan çıkartılıp dağıtılacak bir mal değil ise, nasıl olur da “en” kitlesel olur? İşin içinden çıkmak için benim “birikimimin” yetmediğini görüyorsunuz, Belge’nin Birikimi de bu iş için çok sorunlu ama ben yine de ısrar ediyorum. Çünkü, Belge, kültürü bulamaç hale getirmiş durumda. Sadece ben değil, eminim daha bir çoğumuz da aynı çaresizlik içindeyiz. Nasıl olmayız ki, bu tornadan çıkamayan kültür tanımından hemen sonra, “kültürel üretici ile tüketici arasında belli mesafeler vardır” (s: 69) diyorsa, Belge, biz ne yapabiliriz, çaresiziz işte! Hemen sonra da şöyle bir cümle kuruyorsa: “Bu nedenle, ben, her zaman, estetik veya kültürel düzeyi, evrensel sayılan birtakım ölçütlere göre ne kadar düşük görülürse görülsün, halkın tuttuğuna dikkat etmek gereğini savundum.” (s: 69) Hâlâ savunuyor mu bilemiyorum ama eğer kültür buysa, artık bir de kitle veya popüler kültürün, kültür olduğuna ulaşmış bulunuyoruz. Oysa, “estetik veya kültürel düzey” derken eğer “veya” kelimesini bilinçli kullanmışsa Belge, belli ki, kültürden estetik ürünler olarak bahsediyor. Oysa “ve” kelimesi herşeyi kurtarabilir, cümlenin daha sonraki anlamı hiç olmazsa, estetik kültürü, popüler kültür haline getiren bir anlam kaymasına uğramazdı. Fakat ne o, yine bir sayfa sonra bir başka tanımla, estetik-yüksek olmayan bir kültürün de varolduğunu fısıldar gibi söylüyor Belge: “İlkin, kültürün bir merkezden empoze edilmesi sürdükçe veya arttıkça, kitlenin kendini başka kaynaklardan beslemeye devam edeceği akla yakın geliyor.” (s: 70) Yani, bir kültür var, bir de kültürcük ya da başka kaynaklar. Uzun ama açıklayıcı bir alıntı ile neymiş onlar, görelim: “Yani, seçkinci-resmiyetçi kültürle, anti-estetik, anti-kültürel ‘popüler’ kültürün karşıtlığı epey bir zaman devam edecektir. Kültürün resmiyet [“devlet” demek istiyor] dışında kalan üreticileri de bu olay karşısında ya elitist ya da popülist olma tavırlarını değiştirmezlerse, yakın bir dönemde kültür ortamında [herhalde kitle iletişim ve sanat ortamı demek istiyor] büyük değişiklikler beklememiz için bir sebep yok. İdeolojik merkezileştirme eğilimine rağmen, toplumda ademimerkezileştirme eğilimlerinin daha köklü dinamikleri var. Bu yüzden, eğitim sistemi ile kitle iletişim araçlarının düzleyici ve standartlaştırıcı etkileriyle eşzamanlı olarak, toplumsal farklılaşmaya tekabül eden kültürel oluşumlar da gelişecek, yakın zamanda Türkiye’de çeşitli alt kültürler yeşerecektir. Bunlar sadece sınıf ve tabakalarda olmayacak, yerleşme yerleri, bölgeler, cins ve yaş grupları, ideolojik ve politik formasyonlar da alt kültürlerin biçimlenmesine etkili olacak. Ama en önemli öge, tarihimizde şimdiye kadar olmadığı ölçüde geniş sayıda insanın artık kendi kültürüyle ilgilenmeye başlamış olmalarıdır.” (s: 70) Daha uzatmaya gerek yok. Bu paragraftaki her kültür kelimesi başka bir kavramı işaretliyor. Seçkinci kültür-popüler kültür, sosyolojik anlamda Herbert Gans’ın kavramları; kültürün resmiyet dışındaki üreticileri ise, kanımca, kitle kültürü üretiyorlar. Peki, asıl kitle kültürünü de üreten devletin ideolojik aygıtlarına ne oldu?[42] Kültür ortamı ise sanat ortamı gibi bir şey herhalde. Alt-kültür ve insanın kendi kültürü de, yaşama tarzı biçimindeki kültür tarifine uyuyor. Yani, kültürel bir aşure ile karşı karşıyasınız. Yerseniz, afiyet olsun. Türk mutfağından anlayan Belge’nin aşuresi olduğuna göre, lezzetlidir de. Hele şöyle bir kültür tanımı da varsa bu aşurenin içinde yemeğe doyum olmaz: “Uzun yol şöförü, resmi bir kahaman değil, tulumbacı tipi gibi bir halk kahramanı... Toplumun fiziksel hareketi içinde [uzun yol şöförünün] oynadığı somut rol, insanlar ve malların yanısıra kültür de taşımasına imkân verdi.” (s: 81) Zaten sosyolojik olarak kültür, insan + mal değil mi? Burada Belge arabesk’ten mi, yoksa bir sanat ürününden mi bahsediyor? Bermutad belli değil.
Kültür konusuna ayrılan bölümün sonuna gelmiş bulunuyoruz. Kitab’ın bundan sonraki bölümü Sanat ve Edebiyat Yazıları. Bu bölüm Belge’nin en yetkin olduğu bölüm. Bu nedenle konumuzun da dışında olduğu için pek üzerine eğilmeyeceğim ancak bir yazıdaki önemli yanlışı belirtmem, daha doğrusu, Belge’nin İngiltere için yaptığı bir analizin Lowenthal ile karşılaştırıldığında pek doğru olmadığını söylemem, popüler kültür üzerine yazılmış yazılardan oluşan şu anda elinizde tuttuğunuz benim kitabım için elzem: Belge diyor ki, “İngiltere’ye baktığımızda, işçilerin kendi ürettikleri oldukça zengin bir işçi sanatının varlığını görüyoruz [ne yazık ki Belge burada somut örnekleri saymıyor; bize ampirik veriler sunmuyor]. Bunu açıklamak oldukça basit. Kapitalistleşmenin ortaya çıktığı dönemde, kitle haberleşmesi bütün toplumda etkili olacak bir ağ kuramamıştı. Bir başka deyişle sanat metalaşmadığı için, işçilerin de piyasadan şu veya bu biçimde satın alabilecekleri bir sanat biçimi yoktu... Böylece folklorik kalıplardan yararlanarak yeni içerikli işçi sınıfı sanatı oluşturdular.”[43] (s: 129) Oysa Lowenthal’e göre, bu varit değil. 18. yy İngilteresinde (1690-1780) Londra’ya en uzak köyler bile, okuma yazma okulları ve dini mektepler kurarak, okumayı öğrenme sistemleri geliştirmiş durumdalar. 1695’de Lisans Kanunu’nun kabulünden hemen sonra, İşçi Partisi başta olmak üzere hemen ulusal çapta gazete yayımına başladılar. 1700’de bir düzine gazete yayınlanıyordu. 1776 yılında ise bu gazetelerin toplam yıllık tirajları 12 milyon’a çıkmıştı. 1724’de Londra’daki matbaa sayısı 75 idi. 1757’de ise bu sayı 152’ye çıkmıştı. Ayrıca Kitap Külüpleri çok yaygındı. İngiltere’nin her yanında binlerce Dağıtım ve Kitap Abone Dernekleri kurulmuştu. 1800’lere gelindiğinde ise kitap ve gazete sanayi, İngiltere’nin en büyük sanayi kollarından biri olmuştu.[44]
Ampirik veriye sahip olmayan spekülatif Belge, en uzman olduğu konuda bile önemli yanlışlar ve kavramsal sakatlıklar (tahrifat da denebilir) yapabiliyor. Tabii, tarih vermemiş ama yukarıdaki cümleleri 1500’leri kapsıyorsa, işçi sınıfının oluşumu ne zaman başladı ile ilgili sorular başlıyor bu sefer. Tanımsızlıkla olduğu gibi tarihsiz ve ampirik verisiz de bilimsel analiz maalesef olamıyor.
Biz tekrar konumuza dönelim.[45]
Kitab’ın epey bir bölümünü atlayarak, bu arada “Kapı” ve “Siyah Samsun” gibi gerçekten hoş ve güzel yazıları-denemeleri de burada anarak, popüler kültür yaklaşımlarının tanımsal düzeylerine bakalım.
Bu konuda ilk ele alacağım yazı televizyon üzerine. Bu yazıda da “kültür” kelimesinin hangi anlamda kullanıldığı ile ilgili bir karmaşa mevcut olmasına karşın, Belge’nin çok eski bir tarihte, 27 yıl önce televizyon üzerine ilginç bir saptaması da var. Yazıyı günümüz açısından önemli kılan bu. Bu saptama günümüz popüler kültürcü televizyon kritiklerinin de (Türkiye’de) genel paradigması. Belge mi paradigmatik, yoksa aklın yolu mu bir, artık siz karar verin? Yazının uzun başlığı bu saptamayı içeriyor.[46] Belge özetle, televizyonun insan beyninin zihinsel ihtayaçlarını gösteren bir haritasında ne varsa onu program olarak seyircilere sunduğunu söylüyor. Bu aslında, iletişim bilimcilerinin bazılarınca savunulan bir saptama ve genel televizyon dünyası için önemli bir tartışma noktası. Kısacası, hayatta ve edebiyatta ne varsa, o var televizyonda diyen bir önerme bu. Yazının ara başlıklarını verirsem siz de anlayacaksınız bu önermeyi: Karmaşık bir Yapı bölümünde: Televizyonun program yapısının karmaşık olduğunu, “yerleşik tutucu/liberal bujuva kültürü, sosyal-demokrat kültür anlayışlarının hepsi”nin (s:157-158) var olduğunu ileri sürüyor ve roman’a benzetiyor televizyonu. TV’nin Doğası bölümünde: Bu bölümde televizyonda yer alan doğa programlarının şehirleşmeden sıkılan kişilere sunduğu rahatlamayı [Örneğin, Lowenthal’in, Montaigne’nin “Need for Diversion” başlığı ile tartıştığı bölüm’de Belge’nin bu savları daha ayrıntılı anlatılıyor.[47]] ve uzay dizilerinin nasıl da şu anda yeryüzünde yaşadığımız burjuva (ve Amerikan) hayat tarzının replikası olduğu işleniyor. Huzur İlacı Diziler bölümünde: Burada polisiye dizilerin ve Görevimiz Tehlike gibi dizilerin, şiddet içerdikleri halde, nasıl da bizi, etrafta şiddet var ama işte siz huzurlusunuz ideolojisi yarattığından den vuruyor. Son bölüm ise kreşendo: Seçme Yapmak Mümkün Değil: Bu bölümde ise “İnsan zihninin bütün ihtiyaçlarına, eğilimlerine cevap bulmuş oluyorsunuz” televizyon seyredince, teması işleniyor. “Aslında bu ideoloji insan için yapılıyor, oluşturuluyor” türünden totolojik cümlelere rastlansa da, bu bölüm şöyle bitiyor: “Gerçekte, televizyon mitlerinin, her biri size gene kendinizi yansıtan aynalar içinde, yani havada, karada, suda, nereden olursanız olsun, bir ‘küçük bujuva’ olmak dışında alternatif kalmayan bu dünyada, mümkün olmayan tek şey, bir seçme yapmak olmalı.” (s: 161) [Cümle aynen böyle.]
Artık Kitab’ta, popüler kültürün en önemli güncel aygıtı olan televizyonu anlatmaya başlamış bulunuyor Belge. Yer yer çarpıcı ve “vay anasını” türünden nidalara yol açabilecek saptamalar yapsa ve bunların çoğu totolojik de olsa, ampirik dayanaktan yoksun olduklarından rahatlıkla çürütülebilecek şeyler bunlar ama zamanı için önemli. Gerbner’i okusaydı Belge, ya da Lowenthal’i daha iyisini yazardı kuşkusuz.
Benim ise sorunum başka. Belge tarafından “popüler kültürün” tanımsal olarak ne türlü bir şey olarak algılandığını bulmaya çalışıyorum. Televizyonu, roman gibi genellikle her türlü okuru (elit, kitle, folk) olan bir edebî tür ile karşılaştırıp benzerlikler bulduğuna göre, Belge, popüler kültürü de, herkes tarafından izlenen bir şeymiş gibi tanımlıyor. Örneğin, Charlie’nin Melekleri[48] üzerine yazdığı ve Kitab’ta yukarıdaki yazısını hemen takip eden yazısında belirttiği gibi, “Olup bitenin en ufak inandırıcı bir tarafını bulmak mümkün değil... Ama tutuyor böyle diziler. Akılla, mantıkla ilgileri olmadığı halde, belki de ilgileri olmadığı için tutuyor. Nasıl oluyor bu, hangi mekanizmalarla sağlanıyor?” (s: 162) Bu soruya verdiği ilk yanıt, belki de ampirik olarak en zayıf yanıt: “İnsanın en temel zayıflıklarından biri alışkanlık. Bu tür diziler her hafta karşımıza geldikleri için alışıyoruz, alıştıkça hayatımızın bir parçası haline geliyorlar, bunların gerçekliklerini, alıştığımız için sorgulamaz oluyoruz.” (s: 162) Bu soru tabii, bunların nasıl alışkanlık haline getirildiğinin cevabı değil. Belge de farkında sayfa dolsun diye yazdığının, hemen asıl yanıtı veriyor: Çekicilik. Charlie gösterilmeyerek merak gıdıklıyor ve biz Charlie’nin ne olduğunu merak ettiğimizden çekiciliğe kapılıyoruz ve diziler alışkanlık haline geliyor ve Belge’nin deyişiyle “tutuyor.” Evet, Belge’nin, inanmayacaksınız ama mantığı bu. Fakat, bunların da yetersiz açıklamalar olduğunun bilincinde Belge, yazısını okuyan bizleri buraya kadar boşuna oyalamış, diyor ki: “Fakat bütün bu oyunlar görece ikincil sayılır. Asıl çekiciliği sağlayan ögeler yanında görece ikincil sayılır.” (s: 163) İki kez tekrarladığına göre, Belge için bu “görece” ve “ikincil” kavramları önemli. Ancak biraz mürekkep yalamış olanlarımız bilir ki, ikincil önemde olan, birinciye “görece” ikincil önemdeyse, birincil veya üçüncül de olabilir. Yani, anlam olarak pek anlamlı değil bu görecelik ve ikincillik. Bu muğlak ikincillik’ten sonra, birincil nedeni bu dizilerin tutmasının birincil nedeni ise şu Belge’ye göre: “Çağımız burjuva ideolojisi ‘kadının çekiciliğini’ belki en fazla kullanır, sömürür.” Yine emin değil Belge, elinde ampirik destekler olmadığı için. Belki diyor. Bu dizilerin en büyük sayıda izleyicilerinin kadınlar olma ihtimalini mi düşünüyor; yoksa kurduğu argümanın aşikârlığını mı, bilinmez ama şu aşikâr ki, Belge, hemen bir mantık oyunu yaparak, Meleklerin üç tane olduğunu ve değişik tipte olduklarından, herkesin (belki bu arada kadınların da) zevkine uygun bir tane bulunabileceğinden dem vuruyor ve yazının en ilginç bölümü olan son bölümünde Charlie’nin (üç) Meleklerini, Üç Silahşörler’le benzeştiriyor. Bundan sonra ise “masa başı çalışması” denilen yorumlama işinde mahir olarak, spekülatif bir tazda, kimin ne olduğunu ve küçük burjuva ideolojisinin hep yenilikler peşinde koştuğunu ve Melekler ile Silahşörler arasında irtibatın bu nedenle, bu diziyi yaratanlarca özellikle kurulduğunu anlatıyor: “... küçük burjuva ideolojisinin değişmez kalıplarının haritasında, bir başka mekânı keşfe çıkarız [Silahşörlerde başka bir zaman ve mekândı; Meleklerde başka bir zaman ve mekân.], yeni dizi içinde. Yeni bir diziyle, eski ideolojinin içinde gezinir dururuz.” (s: 165) Hem totolojik, hem çok aşikâr. Değil mi?
Dikkat ederseniz artık, zaten bir popüler kültür aygıtı olan televizyon ve onun içeriği, “kültür” değil “ideoloji” yayan bir araç olarak Belge tarafından tasvir edilmeye başlanmıştır. Burada, tabii ki, Alhusserian bir Belge ile karşı karşıyayızdır. Popüler Kültür, demek ki, her şeyden önce bir ideolojidir Belge için. Fakat iş bu kadar basit de değildir. Bir kaç sayfa (ve bir kaç yıl) sonra, Belge şu ilginç saptamayı yapar: “Geniş kitlelerin modern savaşa gösterdikleri ilk tepkiyi en iyi yansıtan roman[49] sanırım Remarque’ın Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok’udur. Bu kitabın popüler olması doğal çünkü yazılış tarzı popüler...” (s: 169) Peki şimdi ne yapacağız? Televizyon dizileri ideolojik de, romanlar ideolojiden bağımsız popüler tarzda mı yazılabiliyor? Nedir onları “tutturan,” yani popüler kılan? Yazılış ve yapılışları mı, ideolojik tarafları mı, yoksa “kültür” oluşları mı? Nasıl bir kültür? Elit, kitle, folk? Hepsi mi? Masa başı çalışma (buna ‘Cultural Studies’ de diyebilirsiniz) yapınca insan, işte böyle “ampirik gerçeklik” (s: 187) düzeyini de kaçırıyor!
Burada bir kez daha belirtmekte yarar var. Belge, kültür ve popüler kültür kavramlarını kullanmadığı yazılarında oldukça hoş ve güzel şeyler de yazabiliyor: Örneğin, Katılımda Başarı Bilinçliliği, Bilinçlilik İse Yaşama Müdahale Edebilme Yetisini Gerekli Kılar[50] başlıklı yazısı ve Kitab’ta Çağdaş Mitler bölümündeki yazılar çok güzel ve hâlâ güncel. Ancak, biliyorsunuz ki, benim konum “popüler kültür.”
Şimdi geliyoruz Kitab’ın son iki bölümüne. Bu iki bölüm “damardan” benim iştigâl alanımı ilgilendiriyor.
“Bizde popüler müzik bile tepeden aşağıya gelişti. Gençliğin dinlediğini, gençlikle ilgisi olmayanlar yazıp söyledi. Türkiye’de genç nüfusun toplam nüfus içindeki muazzam oranına rağmen.”[51] (s: 371) Bu söz 1982’ye ait. İçinde her türlü yanlışı içeriyor. Bir sayısal orandan bahsetmesine rağmen, ampirik olarak hiç bir desteği yok. Şöyle: Popüler müzik sadece gençlerin dinlediği bir müzikse, neresi popüler? Popüler olan toplumun her katmanına hitap eden bir şey değil mi? Yoksa, popüler kültürün de alt-popüler kültürleri mi var? 1982 yılında popüler müzik’i yazıp söyleyenlerin ortalama yaşları neydi? 45-50 arası mı? 20-35 arası mı? Murat Belge kaç yaşındaydı? Modern Folk Üçlüsü, Esin Afşar, Fecri Ebcioğlu, Sezen Cumhur Önal, Ajda Pekkan, Selda, Fikret Kızılok, Cem Karaca, vd. Kaç yaşındaydılar? Peki bu kişiler 20-35 arasındaysalar, gençlerin dinlediklerini genç olmayanlar nasıl söylemiş olurlar. Sadece gençlerin dinlediği mi popüler müzik? İşte bu tür sorular, sadece Belge’nin çok çok geçmişte kalan bu cümlesine yöneltilecek sorular değil; her dönemde, popülerlik üzerine konuşan herkesin, ampirik desteksiz “atışlarına” karşı sorulacak sorular. Bir de tabii yazının başlığı ile içeriği arasında tutarsızlık (başlık Kent Müziği; içerik, gençlerin dinlediği müzik) sadece düşüncesizce bir yazı yazılmış olmasından değil, “popüler” kavramının tam tanımlanmamışlığından kaynaklanıyor. Yani, benim savım bir kez daha destekleniyor. Bu yazının son cümlesi ise tam bir kavramsal karmaşa içinde: “Kentli insanlar bütün dünyada kentlileşmiş bir müziğe ihtiyaç duyuyorlar. Kır kökenli folklor hiç bir toplumda çağdaş müzik ihtiyacına tam olarak cevap veremiyor. Biz Türkiye’de kendi kent müziğimizi oluşturmayı başaramadık daha. O zaman, ‘kentsel-kırsal’ arabesk rakipsiz ‘popüler müzik’ olarak çıktı ortaya. Demek ki haketmişiz.” (s: 371) Kır zaten eski dönemi temsil etmiyor mu, nasıl çağdaşlık ve kentlilik bekler Belge, kır’dan, anlaşılamıyor!
Murat Belge arabesk[52] konusunda Türkiye’de yazı yazmış olan herkesi etkilemiş ve belirlemiş bir yazar olarak ortaya çıktı. Bu hâlâ devam ediyor. Örneğin, Meral Özbek’in bir doktora tezi olarak (1985) yazdığı kitabında, Murat Belge’den, dipnotlarda sadece dört referans olmasına karşın, üçü bu Kitab’tan(TG).[53] Ayrıca, Özbek dahil, Stokes hariç, bu konuda herkes, Belge’nin kafa karışıklığına sahip.[54] Bu kafa karışıklığı sadece popüler kültür ve genel olarak kültür tanımlarında yaşandığından, Belge’nin saptamalarının ve önermelerinin (hipotezsel cümlelerinin) çelişkili olmasına da yol açmaktadır. İsterseniz karşılaştıralım: Daha önce görmüştük, Belge “halkın tuttuğuna [izlediğine, dinlediğine] dikkat etmek gerektiğini savunuyor”du. (s: 69) Şimdi ise, arabesk’i, “haketmişiz” (s: 371) gibi bir aşağılıyıcı konotasyona sahip bir kelime ile anlatıyor. Kendi “kent müziğini” oluşturamamışlıkla suçladığı Türk toplumunu, kent-kır melezi bir müziğe bağlı olarak tanımlıyor ve bunun da “popüler müzik=kültür” olduğunu söylüyor. İşin acısı, bu teorik ve ampirik karmaşıklığın yarattığı “anlaşılmazlık=ermişlik” heyecanlarıyla ve bu tanımsızlıklar üzerine, ciltler dolusu karmaşık ve tanımsız kitap ve tez yazılıyor Türkiye’de...
“Sanırım, Türkiye’nin kültürel tarihinde popüler sanatın ilk ürünleridir kantolar. Özellikle popüler diyorum, -folk anlamında halk sanatı dememek için-. Bu ikincisinin çok zengin örneklerini biliyoruz hepimiz ama, kentleşmiş bir toplumda bu tür sanatın artık dinamik bir halk sanatı için yeterli olmadığını da kavramamız gerekiyor.” (s: 372) Bu cümleler, yine bizi karmaşadan karmaşaya götürüyor. Popüler sanat, halk sanatı mı, kentlilerin sanatı mı, yoksa kentte yaşayan halkın sanatı mı? Çünkü kent sadece halktan değil seçkinden de oluşuyor.[55] Bu tür bazı karmaşıklıklarla Belge geleceğe ilişkin akademik öngörülerde de öngörüsüzlük yapıyor, belki de kışkırtıcılık: “Minibüs müziğinin olumsuz yanları üstüne söylenecek çok şey var. Gelgelelim, korkarım bu da eski kantolar gibi elitist bir aşağılamayla karşılaşılacak ve yeteri kadar incelenmeyecektir.” (s: 378) Bu elitist aşağılamalardan birini, Belge, Kitab’ın 371. sayfasında “biz de hakediyoruz” diye yapmıştı bile ama tam iki yıl sonra.[56] “Kitlesel fenomenlere emperyalizm oyunu diyip geçmek, sonuçta, hayatın dışında kalmak oluyor.” (s: 378). Evet, Belge, Charlie’nin Meleklerini incelerken bunu yapıyor, küçük burjuva Amerikan tarz-ı hayatını bize empoze eden emperyalist televizyonları çok ideolojik bulurken, hayatın dışında kalıyor. Ayrıca, 1983’ten sonra yapılan ciltler dolusu akademik arabesk incelemelerini de doğru tahmin etmemiş oluyor. “İlk anlamlı kentsel popüler müzik türü olduğunda ısrar ettiğim kanto...” (s: 378) diyerek, bu kez doğru olarak yeniden popüler olanla kentsel olanı birleştiriyor. Oysa arabesk de, bir minibüs müziği olarak, kentsel değil miydi, üstelik kır kökenlilerin dinlediği? Çünkü minibüs, kent gecekondularını-varoşlarını merkeze bağlayan ulaşım araçlarıydı, hâlâ öyle. Yoksa, arabeski kentli seçkinler de dinlemiyorlar mı?
Murat Belge bu arada, bilmediği konularla uğraşmayı çok sevdiğinden, metin incelemesi-analizi de yapıyor, onu da yapmadım dememek için herhalde. Bazen metin incelemesi, bazen metin çözümlemesi diyerek Zeki Müren’in Kahır Mektubu şarkısının hem melodik, hem de güftesel çözümlemesini yapıyor. (s: 379-387) Ancak başarılı olamıyor. Çünkü, Content Analysis mi, yoksa Textual Analysis mi ya da Discourse Analysis mi yaptığını söylemediği için hem yöntem, hem de araştırma teknikleri açısından bilgilendirilmemiş olarak, sadece edebiyat eleştirisi türünden bir şeyler okuyoruz.[57] Şu tür saçmalıkları da: “Elveda, elveda, elveda deyip bir gün/Viran edip gönlümü... ‘Tekrar’, bu tür duygu yoğunlaştırma işlemlerinde kolay ve garantili bir araçtır. Dolayısıyla üç kere ‘elveda’ demek, bir kere ‘elveda’ demekten üç kat iyidir.” (s: 381) Ama şu gerçek ki, bu yazının yazılmasından günümüze kadar, eğer söylem analizi, metin analizi, içerik analizi gibi adlarla, ki hepsi ayrı yöntem ve araştırma tekniklerini (ve araştırma düzeylerini ve dolayısıyla da tasarımlarını) gerektirir, yapılan bütün akademi içi ve dışı benzer incelemeler, Belge’nin bu karakuşî incelemesine benzediğine göre, Belge’nin sadece tanım düzeyinde değil, araştırma metodolojisi düzeyinde de kafa karıştırdığını ve etkili olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Şimdi bu önsözün doğrudan konusu olan popüler kültür’ün Belge’de başgösteren dayanılmaz tanımsızlığına başlıyoruz: Belge, Kitab’da, en uzun yazı olarak yer alan Arabesk’in Öyküsü’nde[58], yine şaşırtıcı, şaşırtıcı olduğu kadar da kafa karıştırıcı tanımsızlıklarından biri ile karşımıza çıkıyor: “Arabesk denilen bir biçim içinde yaşıyoruz bugün. Arabesk deyince ilkin bir müzik türü anlaşılıyor. Ama olay müzikten ibaret değil. Ev eşyası, çeşitli süsler, resimli halılar, filmler ve başka şeylerden oluşan bir dünya bu Arabesk. Bir ‘Yaşam biçimi.’ Nasıl doğdu bu biçim? Nasıl tarif edilir? Kimimizin beğenerek yaşadığı, kimimizin beğenmeden içinde bulunduğu bu olayı gelin birlikte araştıralım.” (s: 399) Burada artık Belge’nin popüler kültürü, dünyada genel geçer popüler kültür çalışmalarının teorik çerçevesinde, bir sanat ürünü olarak değil, daha fazlasını, bir “yaşam tarzı” olarak algılamaya başladığını görerek ferahlamaya başlıyoruz ki, o ne, yazıyı bitirdiğimizde yine görüyoruz, sadece müzik ele alınmış, Gencebay’dan Tatlıses’e, Ferdi’den, Besen’e ya da Kibariye’den Özbeğen’e kadar herkes var yazıda ama halı motifiyle ilgili tek bir satır yok. Sadece bir paragrafta kadınların giydiği etek ile “uçlu” filitreli sigaradan bahsedilmiş, o kadar. Yaşam biçimi olarak tanımlandığı halde, sadece bir sanat formu olarak incelenen bir Arabesk olgusu ile karşı karşıya kalmanın dayanılmaz tanımsızlığı içinde bocalamaya başlıyoruz. Belge, ya elinde veri olmadığından, ya da medya’nın başka “iş” yayınlamayacağından, ya da müzikten başka arabesk tanımadığından olsa gerek, güzelim ilk paragrafı bermutad bertaraf edip, tam yakalamışken doğru tanımı, aslına rücu ediyor. “Batının kentleşmiş Pop müziği kentleşme öncesi Folk müziğinden kopuk değildir. Türkiye’de geleneksel kent ya da kır kökenli müzikten çağdaş kentli nüfusa hitap edecek bir müzik biçimi geliştirme çabalarının çok başarılı olduğunu söyleyemeyiz. Bunun daha Popüler görünümlü biçimleri de belli yapaylıktan bir türlü kurtulamadılar. Ne geleneksel olmayı başarabildiler, ne de gerçekten çağdaş.”[59] (s: 406) Belge, Gencebay’dan daha az analiz edebilmiş durumda Arabesk’i. Şu sözler, Belge tarafından nakledilen Gencebay’ın Arabesk üzerine sözleri: Gencebay diyor ki, “Arabesk bir köprüdür. Kendi doğal gelişme yolları tıkanan geleneksel müziklerimizden çağdaş ihtiyaçlara cevap veren bir müzik çıkmadı. Biz bu çıkışı sağlamak için bir deneme yaptık. Bu mükemmel değildir. Eksikliklerimizi de biliyoruz. Ama etkiye ve gelişmeye açık bir müzik biçimidir. Öteki çağdaş müzik biçimleriyle birleştirilebilir ve bundan modern kentli Türk müziği doğabilir.” (s: 412) İşin açıkçası, benim önüme master tezi olarak iki tez gelse ve biri Belge’nin yazdığını, diğeri Gencebay’ın söylediğini yazsa, Belge’ninkini çaktırırdım. Neden mi? Tanım açısından kafa karıştırıcı olduğundan. Oysa, her ikisi de aynı şeyi söylüyor, değil mi? Ayrıca, Belge’nin Batı kentleşmesi ile müziği arasında kurduğu bağ da doğru değil.[60] Türkiye ile ilgili analizi de doğru değil. Arabesk ortaya çıkana kadar, Türkiye’de kentli denilen nüfus oldukça kentli formlarla popüler kültürleri içinde yaşıyorlardı. Şu anda konumuz bu olmadığından ayrıntısını bu kitabın ilerki sayfalarında okuyabilirsiniz. Gencebay ise, bir üretici olduğu halde, ürettiğinin teorisini teorisyen Belge’den daha iyi kavramış ve anlatıyor. Tanımları da çok belirgin ve doğru.
Arasıra Belge, yukarıda sözünü ettiğim Montaigne’nin, Lowenthal’in aktarışıyla, Need for Diversion-Kaçış Gereksinimi adını verdiği, “kendini dünyanın acılarından uzaklaştırmak” isteği ile eğlence ve diğer boş zamanları değerlendirme faaliyetlerine girmiş olmasını da popüler kültür’ün bir işlevi olarak görür. Ancak, Belge’nin TG Kitabını derlemekten amacının Montaigne tarafından edebiyat türleri arasına sokulmuş olan deneme-essay türünün sosyalist olanını yaratmanın örneklerini vermek olmasına karşın, bu konuda Montaigne’ni kaynak göstermez: “Popüler müzik, popüler kültürün bir çok biçimi gibi, insanlara fantezi sunmuştur. Günlük hayatın gerçek sıkıntılarına karşı gerçek dışı kaçamak sağlamıştır.” (s: 413) Bu önermeyi bir de Lowenthal’den okuyalım, özetle: “Montaigne, çağdaş kuşkuculuğun mucidi ve Pascal, modern dinsel varoluşçuluğun kurucusu olarak, birbirlerinden altmış yıl arayla aynı konuları formüle ettiler ancak farklı önermelerle. Bu iki filozof da, içinde yaşadıkları dünyanın artık tek kilise ve tek imparator tarafından yönetilemeyeceğinin farkında olarak, insanların bu dağılmış toplumsal yapının yarattığı ruhsal ve heyecansal hayatın girdaplarında acı çekerken ne yapmaları gerektiği hakkında önermelerde bulundular. Montaigne’in sorunsalı, giderek artan bu toplumsal baskılara insan nasıl uyum gösteriyor ve göstermeli; Pascal’ın da bu baskılar ve modernleşerek dinsel bağlardan kopan toplumsal ilişkiler içinde insan nasıl ruhunu kurtarıyor ve kurtarmalıydı? Montaigne’e göre acı dolu psikolojik durum, uhrevî, ekonomik ve toplumsal güvensizlikler yarattıkça, bireyin kendinden kaçması ile sonuçlanacak bir eğlence ve boş zamanın kullanımı yaratıyordu. Biz buna modern kitle medyasının yarattığı bir sonuç olarak, kaçış adı veriyoruz. Montaigne bu nedenle eğlenceye olumlu bakıyordu. Ancak bunun daha estetik, daha zihinsel olarak dolu, daha öğretici olmasını istiyordu. Montaigne’in bir tilmizi ve hayranı olan Pascal ise, dinsel olarak konuya yaklaşarak, kaçış şeklinde oluşan eğlence ve boş zamanın kullanımının Hıristiyanlığın en büyük düşmanı olduğunu, ahlâkı yokettiğini, insanları boş bir çuvala döndürdüğünü ve ruhlarından koparttığını söylüyordu. Onun da önerisi, tüm sanatlar olmak üzere, bütün eğlencenin yerine bireyin daha üst ve uhrevî potensiyallerinin harekete geçirecek faaliyetlerin tasarlanmasıydı. Montaigne, günümüzün medyacısını temsil ediyordu: İnsanın doğası budur, eğlenmek ister, o nedenle ona eğlencenin en güzelini vererek, bu dünyadan en mutlu halde ayrılmasını sağlamak gerekir. Pascal ise, günümüzün toplumcu reformistini temsil ediyordu: İnsan iyiye doğru geliştirilebilir, yeter ki, onu, onun ruh halini bozan, kötü ve ahlâksızlığa iten, toplumsal dengeyi tehdit edici içeriklerle karşılaştırmayalım”[61]
Görülüyor ki, Belge’nin, popüler kültür ve kültür tanımlarının bir hayli oynak olmasından kaynaklanan duruşundaki belirsizlik, ‘deneme’lerini yazarken örnek alması gereken deneme türünün mucidi Montaigne tarafından, üstelik Montaigne popüler kültür üstüne de yazmışken, uzun yıllar önce belirliliğe dönüştürülmüş durumda.
Yalnız, Belge’nin hakkını da yememek gerekiyor. Şu cümleleri günümüzdeki pop şarkıcılarına ilham olmuş ki, neredeyse, Belge ne istemiş ve Montaigne çerçevesinde ne gereklidir demişse, otuz yıl sonra o olmuş durumda: “Ama gerçeklikten kopunca uzun süre yaşıyamıyor [Arabesk]. Batı’da altmışlardan sonra parlayan Pop’çular, özellikle gençlerin gerçek sorunlarını dile getirdikleri için parladılar. Arabesk’te ise konular dar, değişmiyor. Bir somut olaya, yere ve zamana bağlı olmayan Keder var sadece. Üstelik istenenin tersini söyleyen bir müzik. Ölürsem Kabrime Gelme derken, aslında deli gibi gelmesini istiyor. Yaşama isteğinin çokluğundan ötürü yaşamaktan vazgeçmiş taklidi yapıyor. Oysa poüler müzik de gerçekleri göğüsleyebilir. Gelmeni istiyorum, ama gelmeyeceksin...nedenleri de şunlar, dime dürüstlüğünü ve cesaretini gösterebilen bir şarkı neden popüler olmasın? Sıkıcı olmadan gerçekçi, hüngürdemeden duygulu olunabilir. Bir birahanede yoğun bir yalnızlık ve karamsarlık içinde videolardaki Ferdi Tayfur’la hüzne dalan genç insana, kendi birahanedeki var oluş biçimiyle ilgili bir şey söylense, buna biraz mizahi bir gülümseme da katılsa, bu durum o genç insana sevimsiz gelir mi?” (s: 413) Ne kadar Montaigne, ya da ne kadar Pascal değil mi? İkisi de olabilir mi, aynı zamanda? Belge, sadece tanımlarda değil, bir sosyal reformist (o zamanlar marksist sosyalistti) olarak çözüm önerilerinde de eklektik. Popüler müzik/kültür aracılığı ile, Pascal’cı ruhsal-varoluşsal sorunların mı tedavisi, yoksa, doğal olarak kaçış isteğinde olan bireyin daha güzel ve öğrenen bir biçimde eğlenmesi, boş zamanını harcama(ma)sı mı, Montaigne’in önerdiği gibi, Belge bir türlü karar veremiyor. Zaten, Belge ve Birikim çevresi Türkiye’de geçmiş otuz yıldır bu tanımsızlık ve karar verememe; belli ve tutarlı bir teorik çerçevede dünyayı ve Türkiye’yi görememe hastalığından muzdarip olarak tarihe geçti. Bu külliyat incelendiğinde görülecektir ki, bol bol spekülatif, masa başı analiz ve somut ampirik veri yokluğuyla sakat, ya da sadece Türk ve biraz da yabancı medyanın verdiği enformasyonla yetinen çerçevede gelecekle ilgili hiç bir zaman gerçekleşmeyen öngörüler, pojeksiyonlar... Başka bir şey yok. Bir kez daha vurgulamam gerekli: Belge’yi okumuşlar ki, günümüzdeki pop’çular, aynısını uyguluyorlar. Bu konuda, akademik ortama kafa karışıklığından başka bir şey katmamış olan Belge, kültür endüstrimize ise çok önemli ve tutarlı ve “tutan” önermelerde bulunmuş durumda. Dedim ya, hakkını yememek gerekiyor.
Şimdi geldik, Kitab’ın son bölümüne: Gündelik Hayat, Magazin ve Söylem.
Bu bölüm, bölüm başlığından da anlaşılacağı gibi, benim doğrudan bu yazı çerçevesindeki konu’mu oluşturuyor. Çünkü, “popüler kültür” dediğimizde, eğer varsa, bu üç alanı anlıyor olmamız gerekli.
Bu bölümün giriş yazısı çok önemli. İçinde hayran olunacak analizlere ve saptamalara sahip. İşte bir tanesi: “Zaman kendi çizgiselliği içinde akarken, insanlar bu akışı kendi ‘gün’ birimlerinde yaşarlar. Tarih geri dönmeden ve tekerrür etmeden akıp gittiği halde, günlük hayat tekrarla doludur: Uyanır, yıkanır, yemek yeriz vb. Bütün monotonluğuna rağmen bu gündeliklik, öteki geri dönmezlik kâbusuna karşı bir panzehir gibidir. Yaşamak güçleştikçe, özellikle de insanlara rahatlık sağlayagelmiş metafizik soyutlamalar inandırıcılıklarını yitirdikçe, insanlar gündelikliğe sığınırlar. İki yüz yılı aşkın bir tarihi olan magazini ben temelde bu noktayla açıklama eğilimindeyim (bu bölümdeki yazılarda ‘akılcılık’ gibi tarihî kavramlar çerçevesinde, yani değişik açıdan da baktım [magazine.] [İtalik Belge’nin.] .... Sığınma ihtiyacının insanîliğini kabul ettiğim ölçüde, [magazini] küçümsemekten kaçınıyorum.” (s: 420) Yine size Montaigne-Pascal karışımı bir bulamaç. Metafizik (dinsel) soyutlamalar inandırıcılıklarını yitiriyorlar (tam bir Pascalien varoluşçuluk sorunsalı) ve sığınma ihtiyacının insanîliği ile (tam bir Montaigne’nin önermesi) “magazine” kaçıyorlar. Belge de bu kaçışı kınayanları ve ses çıkartanları küçümsüyor. Ancak, “Ama bu ihtiyacı aşarak insanları budalalaştırdığını, dolayısıyla insan için gene kaçınılmaz bir ihtiyaç olan gerçeklik arayışını [Caudwell ve Lukacs’ın uğruna hayat harcadıkları olgu[62]] engellediğini gördüğüm ölçüde, mücadele edilmesi gereken bir hedef olduğunu da kabul ediyorum.” (s: 420) Çık işin içinden; hem bir gişe memuru gibi medya patronlarına ve “magazincilere” gözkırpan,[63] hem de bir kilise papazına benzeyen bu ikili rol, gördüğümüz gibi, Belge’nin yakasını bir türlü bırakmıyor. Bu kuşkusuz, epistemolojik kökenlere sahip ve bilimsel analiz düzeyleri ile tanımsal soyutlamaların bulamaç olduğu, filolog-humanities tilmizliği ile sosyal teorisyenlik-reformistlik şizofrenisi arasında sıkışmışlığın bir ifadesi, ancak burada bu kadar felsefi olmanın konumuzla pek ilişkisi yok.[64]
Yine, Belge, magazini küçümsememesine rağmen, bir Pascal oluyor ve “Dünyada, ama özellikle Türkiye’de magazin gerçekten ‘zekâyı dumura uğratıcı’ bir rol oynamaya başladı.” (s: 421) diyor fakat bu cümlenin bir kaç satır altında eklemeden de yapamıyor: “Bu nedenle, içinde bulunduğumuz dönemde [1982-83] alternatif’ bir magazin anlayışını zorlamanın yararına inandığımı ısrarla söyledim, Milliyet Sanat’a verdiğim bir yazıda...” (s: 421) diyerek yine Montaigne’leşiyor.
Belge’nin bu gel-gitleri arasında, bu alternatif magazinin nasıl olacağı ile ilgili önerileri de var ama konumuz değil. Fakat, benim hep karşı çıktığım bir davranışı[65] benimsiyor mu benimsemiyor mu, yine anlaşılmaz bir biçimde, medya-magazin eleştirisi için de bazı sözler söylüyor. Günümüze ışık tutacağını varsayarak alıntılıyorum: “Şüphesiz, bundan kayda değer bir sonuç alınması beklenemez [ama yine de] ... bazı yazılarda, magazin-medya eleştirisi [ben, Belge’nin affına sığınarak buraya medya’yı da katıyorum], aynı kanal’dan [aynı mecra veya medyadan] yapılmadıkça etkisiz kalacağını da söylemiştim.” (s: 421-422, [köşeli parantezleri ben ekledim, cümlenin gerisi aynen böyle.]) Görüldüğü üzere, Belge’nin durumu yine belirsiz ve tanımsız. Medya (magazin-televole) eleştirisi, bu magazin veya televole’nin yer aldığı mecralarda yapılabilir mi, yoksa yapılamaz mı, bu önemli soruya pek bir cevap bulamıyoruz Belge’de. Ancak yapanları da biliyoruz.[66]
Belge, Kitab’ın bu son bölümünde, pek ‘popüler kültür’den kelime olarak bahsetmiyor. Onun yerini, gündelik hayat dediği ve onun medyada bir yansıması olarak kabul ettiği ‘magazin’ almış. Daha çok, kitle insanı, bilinç endüstrisi, yüksek kültür, kitle kültürü, kitle bilinci, magazin dili, kamu gibi daha çok sosyolojinin ve siyaset bilimi’nin ve tabii Frankfurt Okulu ile McLuhan’ın terminolojisini seçmiş. Doğal olarak, Kitab’ın son bölümü olduğuna göre, bu yazılarda, artık tanımsızlığı ve bilimsel analiz düzeyini bir yerlere oturtmuş ve humanities-filoloji yaklaşımından, sosyal bilim yaklaşımına net olarak sıçramış varsayabilirsiniz ama ne yazık ki böyle düşünenleri hayâl kırıklığına uğratıyor Belge yine. Çünkü, Kitab’ın sonu olmasına rağmen, bu yazıların hepsi (toplam sekiz yazı) 1982’de yazılmış. Gördük ki, Belge Kitab’daki diğer bölümlerde de 1982 yılında yazılmış yazılarına yer veriyordu. Zaten Kitab’ın yayın yılı 1983. Bu hayâl kırıklığına bir örnek vermek gerekirse, şu cümleyi okuyabiliriz: “Eğitim yoluyla bilginin ve kültürün bölüşümü de geniş kitleleri toplumun en yüksek düzeydeki entellektüel üretimin dışında tutar.”[67] (s: 423) Bu cümlede de kültür, bir yüksek üretim ürünü. Yani sanat ve bilim. Oysa, bu yazıların hepsi, gündelik hayatı anlatıyor. Sanatı ve bilimi değil.[68] Yine bizi ters köşeye yatırıyor Belge.[69]
Şimdi sıra, Belge’nin, TG’den tam yirmi yıl (aslında daha fazla) sonra, 2003 yılında neler söylemiş olduğunda. Buradaki kaynağım, 2003 yılında Can Dündar yönetmenliğinde yayına başlayan Milliyet gazetesinin Popüler Kültür[70] ilavesi (eki).
Benim takip ettiğim kadarıyla (1, 2, 3 ve 4. sayılarda) Murat Belge, 1983’e kadar yaptığı gelişigüzel tanımlamalarını; farklı bilimsel analiz düzeylerini birbirini içine sokmak ve farklı yapıları ve tarihsel önermeleri sürdürmeyi devam ettirmiş. PK’nın ilk sayısına, ilk sayıya yaraşır bir yazı başlığı seçmiş Belge: ‘Popüler’ Kültürün Doğuşu. ‘Popüler’ kelimesinin tırnak içine alınmış olması, sanki daha önce söylediklerinin reddîyesini yapacağı ve kendi değil de başkası tarafından söylenen ve kullanılan bir terminoloji olduğu hissi verdiğinden, ilk bakışta benim gibi Belge’nin geçmişini de bilenler için olumlu bir hava yaratıyor. Ancak, Belge’nin yazısı okunduğunda, bu hissimizin yine bir yanılsama olduğu ortaya çıkıyor.
Yazıya, çok sallapatî bir biçimde ve popüler kültür tarihi için yanlış bir başlangıç vererek başlıyor Belge: “Popüler kültür’ün kendisi bir hayli eski olsa da, kavramı yeni olmuştur. İlkin T.S. Eliot, Virginia Woolf gibi yazarların dikkatini çekmiş, öncelikle Britanya’da gündeme girmiştir. Akademik ilginin nesnesi olması da her yerden önce Britanya’da gerçekleşti.” (PK, 1) Ancak, Belge “popüler kültür dediğimiz bu olgunun başlangıcını, ... on dokuzuncu yüzyılda görüyor...” (PK, 1) İşte size iki temel yanlış: (a) Popüler kültür’ün tarihsel olarak ortaya çıkması oldukça eski derken doğruyu söyler gibi olan Belge, işi ondokuzuncu yüzyıla getirince ilk yanlışını yapıyor. Çünkü, popüler kültürün olgu olarak da, kavram olarak da ilk yer aldığı metinler Aristo’nun metinleri. Bu metinlerde yüksek kültür ile alçak kültür farklılıklarının tanımlamaları var. Doğal olarak, “yüksek” yurttaşların, “alçak” da kölelerin kültürü Antik Yunan’da, köleler de sayıca fazla. Bir başka örnek vermek gerekirse, Lowenthal, Belge’nin ondokuzuncu yüzyılda başladığını söylediği, 16. yy’da başlayan popüler kültüre, “modern popüler kültür” adını veriyor. Özetle, popüler kültür sınıflı toplumun kentsel bir yapıda varolduğu andan itibaren başlıyor. Tarihsel olarak olgunun çıkışı gerçekten de “bir hayli eski.” Kavram olarak ise, popüler kültür kelimeleri ile değil ama başka kelimelerle, ortaya çıkışını Goethe’nin Faust’una kadar götürmek de mümkün. Hâttâ, Lowenthal daha da geriye götürerek, 1650-1750 arasında Corneille, Racine ve Moliere’in, dinci bağnazlar tarafından, ahlâka ve dine aykırı oyunlar yazarak, popüler bir bayağılık yarattıkları için suçlandıklarını söylüyor.[71] (b) Akademik olarak ise, popüler kültür, popüler kültür (popular culture) kelimeleri ile adlandırılmış olarak ABD’de ortaya çıkıyor.[72] Yani, Belge’nin iddia ettiği gibi Britanya’da ve T.S. Eliot’la[73] veya Virginia Woolf ile değil.
Yazının başındaki yanlışları gördük, bir de bu kısa ve hızlı yazılmış olduğu anlaşılan yazının sonundaki yanlışa işaret edebiliriz: “Peki popüler olan ne? diye [sorarsanız,] bunun da cevabı çok belli değil doğrusu. Popüler kültür’ü, bu kültürün tüketicileri de yapmıyor zaten. Başkaları yapıp onlara sunuyor.” (PK, 1) Daha önce görmüştük, R. Williams’a göre, popüler kültür halk tarafından yaratılan kültürdü. Kitle kültürü ise belli bir toplumsal grup tarafından halk için geliştirilen kültür.[74] Dolayısıyla, Belge, nasıl kültürü türlü çeşitli kalemine geldiği gibi tanımlıyorsa, popüler kültür ile kitle kültürü arasında, bu konunun uzmanları tarafından geliştirilmiş ayırımlara da boş veriyor.
Zaten eğer ona sorarsanız, neredeyse popüler kültürü popüler yapan popülerliğin ne olduğunun cevabı da belli değil. Peki, tamam da, cevabını bilmediğin, hâttâ belli olmadığını söylediğin, Bektaşi’nin “yok diyeceksin ama dilin varmıyor” dediği cinsten, bizi neden bunca yıldır oyalıyorsun diye sormazlar mı Belge’ye?
PK’deki Belge’nin ikinci yazısı ise Sanayi Devrimi ile popüler kültürü açıklamaya ayrılmış. Bu yazıda Matthew Arnold’dan söz ediyor. Ancak, yetersiz. Eğer, Arnold’u, kendisinden değil de Lowenthal’den okusaydı belki da daha gerçekçi bir betimleme yapmış olurdu. “Sanayileşmenin bu erken evresinde, Arnold, çevresine baktığında, bazı tanıdık manzaralar görüyordu.” (PK, 2) Matthew Arnold, Belge’nin bir gazete yazısı olduğundan olsa gerek, kaynak göstermeden özetlediği, özetlemek de değil bahsettiği Culture and Anarchy adlı eserini ilk kez 1869 yılında yayınladı. Bu nedenle, Arnold çevresine bakındığında sanayileşmenin erken evresini değil, epey orta ve geç bir evresini görüyordu. Aynı Marx gibi. Herder ve Lessing hayranı olan Arnold, Pascal’ın bir izleyicisi olarak, estetik değerler yerine, ruhsal yüksekliği kültürün nirengi noktasına yerleştirmişti. Aynı Herder gibi. Yine bir İngiliz düşünürü ve şairi olan William Wordsworth’la Matthew Arnold ilişkisini irdeleyen Lowenthal, Wordsworth’un “güzelik ve asalet” dediği şeye, Arnold’un “uhrevî arılık, tatlılık ve ışık” dediğini vurguluyor: Sanayi devriminin sonuçlarından epey rahatsızlık duyan Arnold, kültürün insanlara bir kurtuluş yolu açacağını söylüyordu. İçinde yaşanılan uygarlığın, Eski Yunan ve Roma uygarlıklarından daha fazla mekanikliğe boğulduğunu ve bu nedenle de insanlık için somut bir tehlike yarattığını söylüyordu. Bu tehlikeyi, kitleler için edebiyat üreten bazı üreticilerin çoğalttığını ve bir çok kişinin, kitleler için entellektüel ürünler üreterek onları yeni sanayi koşullarına uyum sağlayabilecek hâle getirdiklerini iddia ediyor olmalarına karşın, bunun kültür denilen olguyu yok edeceğini ve tersi sonuçlar vereceğini söylüyordu. Yani, Arnold bir popüler kültür düşmanıydı.[75] Oysa Belge Arnold’u şu şekilde tarif ediyor: “Yeni türemiş iki çeşit insan vardı. Biryerde sanayiciler; zengin, hırslı, enerjik, tamamen kültürsüz, çok kez resmen vahşi! Öbür tarafta da sanayicilerin hükmettiği, kentlere yeni gelmiş, kör cahil bugünden yarına varkalma kavgasında, gene vahşi yığınlar, proletarya. Arnold bunlara bakarak Kültür ve Anarşi adını verdiği ünlü ve zamanında çok etkili olmuş kitabını yazdı. Bir toplumu "değer"le yaşatacak şey "kültür"dür; o yok olur ya da toplumu belirleyemez hale gelirse "değer" de yok olur. Her şeye "anarşi" hâkim olur. Toplum yavaş yavaş kendini kemirerek yok olur. Arnold'un tedavi önerilerine pek katılamıyorum ama teşhisleri bence de yerindeydi. Arnold'un zamanında okuması yazması da olmayan yığınlar, kapitalizm yerine oturdukça, böyle şeyleri öğrendiler. Çünkü sanayi sistemi herkesi ortak bir iletişimde birleştirmek için herkesi bilgilendirmek zorundadır. Tarımsal toplumda yalnız seçkinlerin elinde olan 'öğrenme araçları', en başta her şeyin bitmesi demek olan alfabe, sanayi toplumunun kurduğu eğitim sistemiyle, kitlelere devredildi. Kitleler, nihayet sahip oldukları bu şifrelerle, eski seçkin kültürün, o zamana kadar onlardan saklanmış ve esirgenmiş hazinelerine mi daldılar? Hayır. Öyle bir merakları yoktu; aldıkları eğitim de onlarda böyle bir merak yaratmıyordu. "Seçkin" kültüre doğru koşmadılar. İşte, bugün "popüler kültür" dediğimiz kültürü oluşturmaya başladılar.” (PK, 2) Belge yer yer doğruyu yansıtmış ama dikkat ederseniz Lowenthal’in anlattığı Arnold ile Belge’nin Arnold’u arasında farklılıklar var. Bir popüler kültür düşmanı ile kendisinin popülerle olan sempatik ilişkisini nasıl uyuşturuyor Belge diye sorarsanız, “bunun da cevabı çok belli değil doğrusu.” (PK, 1)
Zaten bu belirsizlikten midir nedir, Belge, üçüncü yazısında, Engels, Dickens ve Arnold’un ‘işçilerin sefaleti’ öngörülerinin 20. yy başladığında yanlışlandığını söylüyor. “Bu işçiler ne Engels’in umduğu devrimi, ne de Arnold’un korktuğu anarşiyi yaratmaya hazır ve niyetli görünüyorlardı.” (PK, 3) Bu teşhisi yaptığı yazıda bir de ne görüyoruz?: İlk yazıda popüler kültürün anası dediği Virgina Woolf meğerse highbrow, lowbrow tarzından, “yüksek alın” ile “düşük alın,” bir ayırım içinde olan o günkü ayırıma, bir de middlebrow’u eklemişmiş. Bu da orta-direk misali, ortalama olanın zaferiymiş. Bu orta kesim ise Belge’ye göre 20. yy’da asıl zaferi sağlayanlarmış. “Virginia Woolf’un middlebrow dedikleri savaşı kazananlar oldu ve toplumu kendi rengine boyadı.” (PK, 3) Uluslararası iletişim ile ise, bu boyanın adı olan popüler kültür dünyayı kendi rengine boyuyor. (PK, 3). Peki şimdi, PK’deki birinci yazıya dönüp sormak mümkün değil mi, hani popüler kültür başkaları tarafından yapılıp başkalarına sunuluyordu, orta-kesim yapıp, herkesi bu boyayla boyuyorsa, ilk söylediği önerme yanlış değil mi Belge’nin? Yoksa o kitle kültürü, bu popüler kültür mü?
Dördüncü ve bu yazıda inceleyeceğim son yazısı ise artık Belge’nin olgunluk yazısı. “Popüler kültür, hayat kadar geniş ve karmaşık bir kavram. Karşısında da karamsar ya da iyimser olmak mümkün değil.” (PK, 4) Artık, “ermiş” bir popüler kültür uzmanı ile karşı karşıyayız. Dile kolay 1975 yılından bu yana konu ile ilgili yazılar yazan bir kişinin, sonunda bu kadar geniş, hayat kadar geniş bir tanımda sonlandırmış olması konuyu, hayat kadar geniş akademik ufukların da insan önüne boylu boyunca açılmasını sağlıyor. İşin şakası bir yana, Belge bu yazısında popüler kültüre yeni bir tanım daha kazandırmış durumda: “Kültür ‘popüler’ oldu olalı, kültürel ürün diye önümüze konanı anında tüketiyoruz.” (PK, 4) Yani, artık bir kültür var, bir de bu kültürün popüler olanı.[76] Artık popüler kültür diye ayrı bir sosyal olgudan bahsetmek imkânsız. Bu tür tanım kaymalarının artık Belge’de alışık olduğumuz bir şey olduğunu biliyoruz ama ben yine temkinliliği elden bırakmak istemiyorum: Kitle kültürü diye bir kavramı ve kelimeleri, belki de Belge, yazdığı Gazete Eki’nin adı Popüler Kültür diye kullanmıyor. Çünkü hatırlıyorsunuz, 1983’de bıraktığımız son noktada, kitle olandan bolca sözediyordu Belge. Yazıda bu tür kavram ve tanım aşkınlıklarına rastlansa da Belge yine bazı maddi yanlışlıklar yapmadan edemiyor. “Bizde Ziya Gökalp hars [kültür] ve medeniyet ayırımı yapıyor, medeniyet uluslararası olsa da, kültürün yerli ve millî olması gerektiğini savunuyordu. Onun bu düşüncesinin temelinde Herder ve genel olarak Alman yaklaşımları yatıyor.” (PK, 4) Oysa biz Gökalp’i Durkheim’cı (Fransız) olarak bilirdik, yanılmışız. Kavram ve tanım kargaşasına devam ediyor Belge: “... popüler kültür üstüne bu söylediklerimin pekala globalizasyon kavramı üstüne de söylenebileceğini fark ediyorum.” (PK, 4) Biz de farkediyoruz ki, popüler kültür sadace hayat kadar geniş değil, bir de globalizasyonla özdeş. Bir de kendi kendinin reddiyesini çok iyi beceriyor Belge: “... modernizmin, kendi tasarımlarına aykırı da olsa, başımıza açtığı bu soruna [popüler kültüre] bakan [ve] bunalan düşünürlerle dolu. Arnold [bunlara] gerçek bir öncüydü. Onun korktuğu gibi olmaması (olmadığı kesin söylenebilir mi?) korkunun yersiz olduğu anlamına gelmiyor.” (PK, 4) Buna, Belge’ci Marksizmde, “negation of negation” deniyor herhalde. Belge daha bir hafta önce (PK, 3’de), Arnold’un yanıldığını üzerine basa basa söylemiyor muydu?
Murat Belge’nin, yirmi beş yıllık bir süre zarfında, kültür ve popüler kültür üzerine yazdığı yazılardan yola çıkarak, onun bu iki olgu ve kavramı ne kadar vurdumduymaz ve sallapati kullandığını görmüş bulunuyoruz. Sadece bir “köşe yazarı” olsaydı Belge, bu karışıklığa gülüp geçerdik ve okumazdık bile yazdıklarını. Hele, emek harcayıp eleştirmezdik de. Ancak Belge, son 35 yıllık sol ideolojiyi ve Marksizmi etkilemiş, kültür ve ideoloji konularında üniversitelerde çalışanların önemli bir bölümüne öncülük etmiş, dev bir birikimi ve yoğun bir emeği olan “üniversiter” bir kişidir.
İlkin, yöntemsel olarak, hem beşeri bilimler (humanities) kökenli olup, hem de faaliyet alanı olarak sosyal bilimlerde çalışmayı tercih etmiş olmasının getirdiği epistomolojik “kopmanın” yarattığı bilimsel analiz düzeyi karmaşası yaşamaktadır Murat Belge. İkinci olarak, sosyal bilimlerin (ve tabii bütün bilimlerin) en önemli başlangıç noktası olan tanımlama ve kavramlaştırma konusunu, yine epistemolojik olarak fakat daha da kötüsü ideolojik olarak karıştırmaktadır. Üçüncü olarak ise, elinde hiç bir ampirik veri olmadan, somut tahlil unsurları bulunmadan, sadece medyanın ona verdiği,[77] gerçekliği çok kuşkulu enformasyon üzerinden masa başı-spekülatif çalışma alışkanlığını, gençlere ve öğrencilere bulaştırmaktadır.
Bu üç nedenin bir sonucu olarak, popüler kültürle uğraşanlar için, sadece “gündelik hayat yanılsama içinde” değil, akademik hayat da “yanılgılar” içinde yaşanıyor. Belge’nin bugüne kadar yazdıklarının çoğunu entellektüel magazincilik olarak tanımlamak mümkündür. Bu magazinciliği yaparken içine düştüğü tutarsız durumu, “kültür” ve “popüler kültür” bağlamında, ortaya çıkartılması için bu yazıyı yazmış bulunuyorum. Eğer merak eden varsa, Murat Belge’nin çok değişik başka kavram ve olgularla da başının dertte olduğunu titiz bir analiz sonucunda görecektir.[78] Bu konuda sadece kendi başının dertte olması hoş görülebilecekken, bunları sağda solda hiç bir sistematik titizlik endişesi duymadan ve akademik sorumluluk üstlenmeden, hele hele 1990’ların başında oldukça derin bir biçimde Türkiye’nin yetkin akademisyen ve teorisyenlerince eleştirilmişliğine karşın “ermiş”lik taslayarak yayınlaması akademik açıdan artık hoş görülmeyecektir.
www.dorduncukuvvetmedya.com
29 Ekim 2004
Alkent-2000
DİPNOTLARI
[1] Bu yazı için görüşlerini ve düzeltmelerini benden esirgemeyen Prof. Dr. Ümit Atabek’e (Akdeniz Üniversitesi), müteşekkirim. Ayrıca, Dr. Hikmet Kırık ve Dr. Veli Polat’ın (İstanbul Üniversitesi) katkılarına da teşekkür ederim. Bütün hâtâlar benim.
[2] O zamanlar AİTİA’da, şimdi Gazi Üniversitesi’deki İletişim Fakültesi’nin (eski adı Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Yüksek Okulu’ydu) dergisi İletişim’in birinci sayısında yayınlanan yazım (bu kitaptaki ilk yazı): Veysel Batmaz, Popüler Kültür Üzerine Değişik Kuramsal Yaklaşımlar, AİTİA-GHİYO, İletişim Dergisi, Sayı: 1, Ankara, 1981
[3] Örneğin, Ahmet Oktay, Türkiye’de Popüler Kültür, YKY, İstanbul, 4. Baskı, 1997. Üç yılda dört baskı yapan bu kitabın işe yarar Kuramsal Çerçeve bölümünün işe yarar büyük bir kısmı, benim bu makalemden özetlenmiştir. Gizleyenler de var ancak Oktay, benden iktibas ettiğini gizlememiştir. Bunun için kendisine teşekkür ediyorum. Ancak kitabı, popüler kültürü anlamaya başlayanlar için kötü ve kullanılmaması gereken bir kaynaktır. Bu kitabı sadece bu konuda belli bir yeterli literature taraması yapmış olanlara salık verebilirim.
[4] Bkz: Veysel Batmaz ve Asu Aksoy, Elektronik Hane: Türkiye’de Televizyon ve Aile, Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu Yayınları, Ankara, 1995; Veysel Batmaz, War and Peace in Television-Cultural Indicators of Television in Turkey: A Content Analysis of Reagan and Gorbachov Summit NATO Publications, Brussells, 1997 ve bu kitaptaki yazılar.
[5] Yeterli birikim sağlanamamasının tek nedeni yanlış kentleşme değildir Ancak talan ve birikim akışı genel anlamda ülke dışına da olsa ve sadece işbirlikçilerin (yanlış kentleşenlerin ve kentleştirenlerin) suçu gibi de yorumlansa, yani, birikimsizliğin bir önemli nedeni emperyalist yollarla dışarıya değer transferi de olsa, içsel nedeni toplam üretimin düşük olması ve iç pazar entegrasyonunun oluşmamasıdır. Üretim düşüklüğünün nedenlerinden biri emperyalizm ise diğeri tembelliktir ve kültürel boyut/teknolojik boyutta incelenmelidir.
[6] Bu konunun ayrıntıları için bu kitabın diğer yazılarına bkz.
[7] Martin Stokes, The Arabesk Debate: Music and Musicians in Modern Turkey, Clerendon, Oxford, 1992 ve Martin Stokes, Kültür Endüstrileri ve İstanbul’un Küreselleşmesi, Çağlar Keyder (Der), İstanbul Küresel ile Yerel Arasında, Metis Yayınları, İstanbul, 2000 içinde.
[8] Burada herkese haksızlık etmemek lazım: Son yıllarda popular kültür konulu kitapların bir çoğunun kaynakçasında artık Murat Belge yer almıyor. Bu örneklerden biri, konuyu tam da Belge’nin karıştırdığı noktadan düzelten yeni çalışmalardan biri için: Kenan Çağan, Popüler Kültür ve Sanat, Altınküre Yayınları, Ankara, 2003
[9] Bundan sonra “TG” veya “b” ile biten “Kitab” olarak kısaltılmıştır. Alan Yayıncılık, İstanbul, Birinci Baskı, Mart 1983. Alıntılarda köşeli parantezlerin içindekileri ben ekledim.
[10] Okumuyorum dedim ama bu yazı için onun Popüler Kültür ekinin ilk beş sayısında yayınlanan yazılarını okumuş bulunuyorum. Bu nedenle yeni bir şey yazmadığını söyleyebiliyorum.
[11] Kitab daha sonra iki baskı daha yapmış: İletişim Yayınları, 1997 ve 2004. Ben bu iki baskıyı da görmedim. Bu yazının amacı açısından da görmem önemli değil. Ancak Kitab hâlâ güncel.
[12] Beşeri bilim ile sosyal bilim Türkiye’de çok karıştırılıyor. Türkiye’nin bazı üniversitelerinde Beşeri Bilimler fakültelerinde sosyoloji bölümleri var(dı).
[13] Göreceğiz ki, Belge bunu en sonunda öğrenmiş bulunuyor.
[14] Hâttâ bir zamanlar “yeni” kitle iletişim aracıydı. Charles Cooley, 1909’da kitap için yeni kitle iletişim araçları demektedir.
[15] Bu konuda Uygur Kocabaşoğlu’nun, “SEKA Tarihi”ni (1997) bulun mutlaka okuyun. Ayrıca popüler kültürün tarihi nasıl yazılır’a örnek olarak bkz Uygur Kocabaşoğlu, İki Arada Bir Derede, İmge Yayınları, Ankara, 1997.
[16] Tanımın tanımı şöyle yapılır: Tanım, olan herşeyi kapsar, olmayan herşeyi dıştalar. Eskilerin deyişiyle, “Tasvir olmadan tarif olmaz.”
[17] 1990’dan sonra yazdıklarını okumadım dedim ama bu Önsöz’ü yazarken bazılarına baktım. Belge’nin bilimden ve sosyal bilimden ne anladığının yine eklektik bir hülâsası için Bkz: Murat Belge, ‘Toplumsal Bilim,’ Siyaset ve Akademya, Toplum ve Bilim, Sayı: 100, Bahar 2004. Bu makalenin “Bütün dünyada...” kelimeleri ile başlayan paragrafını tüm ilgililerin ibretle okumasında yarar var. Ne yazık ki, şu anda bu konular bu yazının konusu değil.
[18] Veysel Batmaz, Atatürk Döneminin Felsefe ve Psikoloji Dergileri, SBF-BYYO Yıllık- 6, Ankara, 1981
[19] Örnek olarak Bkz: Meral Özbek, Popüler Kültür ve Orhan Gencebay Arabeski, İletişim Yayınları, İstanbul, Beşinci Baskı, 2002
[20] İş burada karışıyor. Kentin kültürü diye tanımladığımız popüler kültür, köyde televizyon izlenince ne oluyor? Bunun literatürde iki açıklaması var: (1) Kente eklemlenen köyde de eklemlenme ölçüsünde popüler kültür oluşuyor, (2) Popüler kültür diye bir şeyi tanımlamak çok operasyonel değil. Buradaki “operasyonel” kavramı istatistik-ampirik ölçüm ile ilişkili bir kavram. Bkz: Julian L. Simon, Basic Research Methods in Social Science, The Art of Empirical Investigation, Random House, New York, Second Edition, 1978 ss:12-17. Ayrıca genel ampirik araştırma için Bkz: Muzaffer Sencer, Toplumbilimlerinde Yöntem, Beta Yayınları, İstanbul, 1989
[21] Burada itirazlar yükselecek. Herkes aynı değil, “nasibi” kadar etkilenir denecek. Ben bu aynılığı, Gerbner’in “mainstreaming”i olarak kullanıyorum. N. Signorielli ve M. Morgan (Der), Cultivation Analysis, Sage, New Bury Park, 1990, s: 22. Ayrıca, Kültür ve İletişim (Kİ) dergisi, Ankara Ü. İletişim Fakültesi, sayı: 1’deki George Gerbner’in kendi makalesi.
[22] Tarafımdan kaleme alınmış italikli bu bölüm daha önce Radikal İki’de 19 Kasım 2000’de yayınlandı. (Bu kitapta Popüler ‘Olan’ Kültür yazısı.) O sıralarda, popüler kültür polemikleri çerçevesinde defterime şöyle bir not düşmüşüm: Bu popüler kültür meselesi popüler oldu olası yanlış yaklaşımların ardı arkası kesilmiyor. Radikal İki’de, Türkiye’nin entellektüel boyutları düşünülürse ve uzun zamandır isim vererek polemik yapmak tarzı, ahbap çavuşlar misali sahtekârca bir tartışma terbiyesi ve adabı olarak kınandığı bu kurak entellektüel ortamda, epey bir ses getiren popüler kültür tartışmasının ilk episodu biter bitmez, bu kez hayli bilimsel olduğu yayınlandığı derginin seçkin yayın ve danışma kurulundan belli olan bir dizi popüler kültür makalesi yayınlandı (Doğu Batı Düşünce Dergisi, Popüler Kültür Üzerine, Sayı 15, Mayıs 2001). İlk yazı (Erol Mutlu’nun yazısı) hayli muhataralı bir yazı, binanaleyh yanlışlarla dolu. Ancak, spekülatif eleştirel bakışın hangi sakat perspektifle muzdarip yönsemelerle kavramsal bulanıklığa düşeceği ile ilgili güzel bir yazı. (Bu cümlemi Erol’un yazısındaki şu cümleye benzetmeye çalıştım, olmuştur herhalde: “Eleştiri tarzında yargılama toplumsalla popüler kültür arasındaki çok sıkı ilişkiyi popüler kültürü toplumsal hale dair perspektiflere denk düşen bir işlevselliğe indirger.”) Her şeyi bir yana bırakırsak, yazının (Erol Mutlu, “Popüler Kültürü Eleştirmek,” ss: 9-39) popülerlik ve kültür tanımlarındaki yanlışlıkları, ortaya attığı bir takım elzem ve doğru teşhisleri yok ediyor. Yazıdaki popüler kültür ve eleştiri üzerine yanlışların doğruları: Popüler kültürün sosyolojik bir karşılığı yoktur; yaygın kültür demektir. Antikiteye kadar gider; Frankfurt’çuların karşı çıktığı şey bu “popüler kültür” değil, kültür sanayi ya da kitle kültürü dedikleri kapitalist çağın popüler kültürünün şeyleşmiş, kitle kültürü olmuş biçimleridir. Lowenthal bu konuya çok güzel bir başlangıçtır. Murat Belge’nin, “popüler kültürü eleştirenlerin maalesef halka inemedikleri ve dolayısıyla hedefini vurmadığı” savının da tanımsal düzeyde hiç bir anlamı yoktur. Popüler kültür eleştirisi, her entellektüel uğraşın eleştirisinde olduğu gibi, elitist bir eleştiridir. Bu eleştiriyi yapanların hiç de öyle halka “inmeye” çalıştıklarını falan sanmıyorum. En azından ben inmek falan istemiyorum. Ünsal Oskay’ın televizyon programlarını izleyen entellektüel seyircilerin sadece seyrettikleri ile kala kaldıkları gerçeği ile çok karşı karşıya kaldım. İçerikten bihaber, “çok da iyi programdı, Ünsal çok iyi konuştu, karşısındakini konuşturmadı” gibisinden yorumları çok duydum. Popüler kültür eleştirisinin halka inmemesinin temelinde onun “eleştiri” olması vardır. Halk eleştirmez; öğrenir, özümser, tiryaki olur, beğenir. Ya da bunların tersini yapar. Bu ampirik bir gerçektir.
[23] Sosyal (ve tüm) bilimlerde tanım iki türlüdür: (1) Kavramsal tanımlar- sosyal/bireysel/ekonomik değişkenlerin betimsel anlatımları (2) Ölçümsel tanımlar-operasyonel tanımlar/bu değişkenlerin nasıl ölçülebileceğine ilişkin tanımlar. Bkz: Simon, Ibid ve Sencer, Ibid. M. Belge iki türlü tanım tanımında da eksik ve yanlış bilgilenmiş; eksik ve yanlış bilgilendiriyor.
[24] Kültür konusunda Türkçe’de en toplu ve yetkin makale için Bkz: Muzaffer Sencer, Kültüre İlişkin Temel Kavramlar, Ulusal Kültür Dergisi, T.C. Kültür Bakanlığı Yayını, sayı: 5, Ankara, 1979
[25] Birikim, sayı: 5, Temmuz 1975. Yazıların ilk yayın tarihlerini dipnotlarında veriyorum.
[26] Nitekim, Belge’nin de ‘vasat’ kelimesini ‘medya’ kelimesi yerine kullandığını görüyoruz. TG, s: 430’da, adını anmasa da, McLuhan’ın “medium is the message” cümlesini “vasat mesajı belirler” diye çeviriyor.
[27] Sanat Toplumsal Hayatla Daha Yakın Bağlar Kuruyor, Milliyet, Ocak 1976
[28] Çatlayan Kabuğun İçindekiler, Milliyet, 9 Ocak 1977
[29] Değerler Çürüyüşünden Yeni Bir Geleceğe Doğru, Milliyet, 5 Ocak 1978
[30] Dikkât ederseniz daha önce sadece “fikir verebilir” demiştim; öz, fikrî (ideal) dir.
[31] Maraş’ın Dehşeti ve Türkiye’de Kültür, Milliyet, 9 Ocak 1979
[32] Adorno, T.W., Frenkel-Brunswik, E., Levinson, D.J. ve Sanford, R.N., The Authoritarian Personality, Harper, New York, 1950. Bu kitabın Adorno bölümü Om Yayınlarından Türkçede yaynlandı, 2003.
[33] Demokratik Kimliğini Arayan Türkiye, Milliyet, 9 Ocak 1980
[34] Kültür, Milliyet Sanat Dergisi, Yeni dizi Sayı: 15, tarihi TG’de yok, bir sonraki yazı 1982 olduğuna göre 1981 olmalı.
[35] Belge’nin bu Eliot özeti, R. Williams’ın Culture and Society’sinde yer alan, T.S. Eliot adlı makalesinden (sözkonusu kitabın 229 ve 230. sayfasından) alınmış gibidir. Bu kitabın bibliografya bilgisi bu yazının ilerdeki bir dipnotunda verilmiştir.
[36] Burada Belge, Eliot konusunda kaynak göstermeden R. Williams’ın T.S. Eliot makalesinden “yüksek dozajda
esinlenmiş” olabilir. Çünkü aynı yazısında Williams’dan bir alıntı da var. Kültür Zaptiyesi Murat Bardakçı iyi ki
Williams’ı bilmiyor, öküz altında buzağı arardı. İşte size, Williams’ın söz konusu makalesinin orijinali,
karşılaştırın diye: “The sense of ‘culture’ as a ‘whole way of life’ has been most marked in twentieth century
anthropology and sociology, and Eliot, like the rest of us, has been at least casually influenced by these
disciplines.” (Williams, s: 229) Bakın, Eliot’un kendisi, Notes towards the Definition of Culture, (London, 1948)
kitabında, kültürü nasıl tanımlıyor: “culture... includes all the charectersitic activities and interesets of a
people...” (aktaran Williams, s: 230) Williams ayrıca Eliot’un Arnold’dan bahsetmesini ve bazı yanluşlıklarını da
vurguluyor.
[37] Türkiye’de Önümüzdeki Yıllarda Yayıncılığa Önemli Görevler Düşüyor, Milliyet Sanat Dergisi, Yeni Dizi: Sayı: 39, 1982
[38] Belge burada yayınevlerinden bahsediyor, televizyondan değil.
[39] Orta Doğu’nun Ortak Kültürü, Milliyet Sanat Dergisi, Yeni Dizi: Sayı: 24, 1981. Belge 2003 yılında PK’da yazdığı yazıda kültürün milliliğini öne süren Ziya Gökalp’ten bahsedecektir. Bkz: bu Önsöz’ün son paragrafları.
[40] Kültürümüzün Geleceği, Milliyet Sanat Dergisi, Yeni Dizi: 31, 1981
[41] Bu durumda bugün yaşananı neye bakarak anlayacağız, rating’e mi? TV izleme ölçümleri (rating) konusunda bu kitabın diğer makalelerine bkz. Ayrıca, beni http://www.haber3.com/ veya http://www.dorduncukuvvetmedya.com/ dan izleyenlerin de bildiği gibi, rating uzmanı Prof. Dr. Ali Atıf Bir’i hedef alan bir kitabımın da hazırlığı içindeyim: Rating Davası
[42] Belge kendini Althusserci olarak tanımlamıyor olabilir ancak yer yer kullandığı kültür kavramı içine “içkin” olarak süzülmüş bir Althussercilik eklektik olarak Belge’de mevcut.
[43] İşçi Sanatı Üzerine, Cumhuriyet, 24 Temmuz 1976
[44] Popüler kültür üzerine yazan herkesin mutlaka okuması gereken bir kitap Lowenthal’in kitabı: Leo Lowenthal, Literature, Popular Culture and Society, Pacific Books, Palo Alto, CA, 1968, ilk baskısı 1961, s: 53-63
[45] Dönelim dönmesine de şunu da vurgulamadan geçemeyeceğim: Kitap’ta, sayfa 151’de şu cümle var: “sanata bir üretim olarak bakmak belki daha doğru olacaktır.” Bu cümle kültürü sanat olarak gören Belge’yi şimdi de sanata üretim olarak bakan bir karmaşıklaştırıcı haline getiriyor. Bu cümlenin yer aldığı yazıyı buraya tümüyle almam imkânsız, merak ediyorsanız, okuyun: Sanat Nedir Sorusuna Yeni Bir Bakış, Cumhuriyet, 10 Şubat 1982.
[46] TV İdeolojisi: Beynin Her Bölümü İçin Program Yapılıyor; Seyircinin Seçme Yapma Olanağı Yok, Milliyet Sanat Dergisi Sayı: 299, 1977
[47] Lowenthal, Ibid, s: 15-18 Ayrıca, benim bu kitapta yer alan “Popüler Kültür Üzerine Değişik Kuramsal Yaklaşımlar” makaleme de aynı konu için bakabilirsiniz.
[48] Kitap’ın 162-165 sayfalarında yer alan bu yazının nerede ve ne zaman yayınlandığı belirtilmemiş.
[49] Murat Belge, çok uzman olduğu “roman” konusunda, Kitap’ta (TG) bir maddi yanlış da yapmış durumda. Sayfa 185’de, şunları yazıyor: “Defoe’nun dünyada ilk romancı, Robinson Crusoe’nun da ilk roman olduğunu söyleyebiliriz.” Milliyet Sanat Dergisi, Yeni Dizi: Sayı: 22, 1981. Daniel Defoe (1660-1731) İngiliz romancısı, bülten yazarı, ve gazetecidir. En ünlü eseri Robinson Crusoe (yayın yılı: 1719)’dur. Şimdi ise, dünyanın ilk romancısına bakalım: Miguel de Cervantes Saavedra, 1547’de Alcalá de Henares’de doğdu. 1571’de Lepanto deniz savaşında sol kolunu kaybetti. Navarin savaşından sonra İspanya’ya döndü. 1585’de La Galatea adlı pastoral romanını yayınladı. 1597’de parasal sorunlar yüzünden hapse atıldı. 1605’de Don Quixote’un ilk bölümünü yayınladı. Böylelikle, Cervantes ününü yazar olarak pekiştirdi. 1613’de Novelas ejemplares, 1614’te Viaje del Parnaso, ve 1615’te, Ocho comedias y ocho entremeses, adıyla Don Quixote,’un ikinci kısmını yayınladı. Bkz: Cervantes, La Mancha’lı Yaratıcı Asilzade Don Quijote, YKY, Kazım Taşkent Klasik Yapıtlar Dizisi, (Çev: Roza Hakmen) İstanbul 1996. Belge, sadece “kültür” ve “popüler kültür” tanımlarında değil, tarihte ilk roman hangisi konusunda bile karmaşa yaratıyor.
[50] Kitap’ta 192-205. sayfalarda. Mimarlık Dergisi, 1982/1
[51] Kent Müziği, Cumhuriyet, 6 Ekim 1982
[52] Arabesk konusunda çalışma yapacaklara çok güzel bir makale tavsiye ediyorum: Sadık Güneş, Kamusal Ağlamalar Hakkında Aydın Spekülasyonları: Popüler Kültür Kuramları Açısından Arabesk Eleştirisinin Eleştirisi, Düşünen Siyaset Dergisi Sayı: 15, Birikimler 1, Lotus Yayınları, Ankara, (Tarih Yok). Atıf yok ama makale sanki Özbek, Oskay ve Belge için yazılmış.
[53] Meral Özbek, Ibid, ss: 43, 49, 61 ve102. Kaynakça bölümünde ise Belge yedi eserle temsil edilmekte ancak bu eserlere dipnotlarda TG ve 1988 tarihli olanın dışında atıf yapılmaktadır. Bu arada Özbek’in kitabında belli bir biçimde ampirik veri kullanıldığını belirtmem gerekiyor. Belge (ve Oskay) ampirik veri kullanmazlar. (Bkz: Özbek, Ibid, s: 121, 38 no’lu dipnot) Ancak bu verilerin Özbek’te çok spekülatif yorumları mevcuttur. Yine de Özbek, popüler kültür tanımlarını içeren yaygın bir literatür taraması yaptığından, önemli bir esere vücut vermiştir.
[54] Bu konudaki ampirik desteklerimi bu kitabın içinde yer alan diğer yazılarımda bulacaksınız. Eğer yetinmezseniz, eleştiri olarak yöneltirseniz, yeni yazılarla da gösterebilirim.
[55] Burada, Özbek’ten bir dipnot almak farz oldu. “Popüler kültür ve kitle kültürü kavramlarının dönemsel nitelik dışında bir içerikle açıklayan R. Willimas’a göre, popüler kültür halk tarafından yaratılan kültürdür. Kitle kültürü ise belli bir toplumsal grup tarafından halk için geliştirilen bir kültürdür. (Aktaran Gross ve Modelski)” Ibid, s: 92. Belge için çok kolay ulaşılabilir bir kaynak olan Williams bile çoğu kez karakuşîlikle es geçiliyor. Benim tanımımı ilerki sayfalarda okuyacaksınız ama yeri gelmişken özetleyeyim. Popüler diye bir kültür yoktur. Sosyolojik olarak popüler diye bir katman olmadığı için. Popüler sanat veya ürün olabilir.
[56] Kantolar başlıklı yazı Milliyet Sanat Dergisi, Yeni Dizi: Sayı 6, 1980’de yayınlandı. Oysa, Kent Müziği yazısı 1982’de.
[57] Kahır Mektubu Üstüne Metin İncelemesi, Milliyet Sanat Dergisi, Yeni Dizi: Sayı: 46, 1982
[58] Günaydın, Genç, 23 Aralık-9 Ocak (Yıl belirtilmemiş). Kitab’ta en uzun yazı: 399-415 sayfaları arasında. Belli ki, gazete’de bir dizi yazı olarak yayınlanmış.
[59] Bu “yapaylık” kavramını Meral Özbek çok açıklayıcı bulmuş ki, kendi kitabının 102. sayfasındaki 8. dipnotta atıfta bulunmuş ancak Belge’nin kitabının sayfasını belirtmemiş.
[60] Pop müzik, geleneksel ve klasik ve folk tüm müzik türlerinden esinlenir. Tam kitle kültürüdür. Müziğin sosyolojisi ancak Adorno çalışılırsa, öğrenilir. Bir de tabii, ek olarak Martin Stokes gibi müzik aleti çalmak gereklidir. Müzisyen bir “eş” de idare eder.
[61] Lowenthal, Ibid, s: 15-17. Montaigne ile Pascal arasındaki bu anakronik tartışma 16. yy’ın sonlarınyla 17. yy’ın başlarında oldu. Benim bu kitabın ilk yazısında da, (ilk yayını 1981), Lowenthal’den aktarılarak, yer aldı.
[62] Christopher Caudwell, Yanılsama ve Geçekçilik, (çev: Mehmet H. Doğan), Payel Yayınevi, İstanbul, 1974. M. Belge’nin doktora tezi Caudwell üzerinedir. György Lukacs, Çağdaş Gerçekçiliğin Anlamı, (çev: Cevat Çapan) Payel Yayınevi, İstanbul, 1969. György Lukacs, Avrupa Gerçekçiliği, (çev: Mehmet H. Doğan) Payel Yayınevi, İstanbul, 1977
[63] Lowenthal, Montaigne için “modern gişe memuru” diyor: “Montaigne superficially resembles that of the modern box office manager.” Ibid, s: 17.
[64] Bu noktada yine Belge’nin hakkını yememek için belirtmek isterim ki, sayfa 420’den yaptığım bu alıntının ilk dört cümlesine ben de imzamı atardım. Oldukça benimsediğim ve “hayran” olunabilecek bir saptama.
[65] Bu konuda, Yanlış Medya’da Doğru Söylenmez, Naos Yayınları, İstanbul, 2004 kitabıma bakabilirsiniz.
[66] Yapanların arasında tabii ki başta Prof. Dr. Murat Belge var. Prof. Dr. Ünsal Oskay onu izliyor, hadi Belge ile Oskay’ın medya ile organik ilişkileri yok, sadece eleştirdikleri medyada yer alıyorlar. Prof. Dr. Haluk Şahin ise işin zirvesine tırmanıyor; hem medya’da çalışıyor (Nokta Dergisinin GYY, Arena programının yapımcısı) hem de onu eleştiriyor. Medyayı, aynı medyada eleştirenlerin sayıları bu kadar da az değil. Kürşat Bumin, Mustafa Sönmez, Ümit Kıvanç, Yusuf Kaplan, Nabi Avcı, Fehmi Koru (TK), vd.
[67] Gündelik Hayat ve Magazin, Cumhuriyet, 27 Ekim 1982
[68] Murat Belge’nin otuz yıl önce eklektik ve karmaşık, kafa karıştırıcı bir biçimde söylediklerini (ve şimdi de söylediğini sandığım şeyleri) çok rafine ve akademik olarak ve Belge gibi tanım yanlışlıklarına ve eksikliklerine düşmeden, bilimsel analiz düzeylerini karıştırmadan yapan tek kültür akademisyeni Türkiye’de Ali Akay’dır. Bu konuda çok yayın yapmış bir kişidir. Örnek olarak Bkz: Ali Akay, Kapitalizm ve Pop Kültür, Bağlam Yayınları, İstanbul, 2002. Akay’a ben de yer yer (ama çok az) katılıyorum ancak bilimsel analiz düzeylerimiz ve yöntembilimimiz (metodolojimiz) ve kaynaklarımız çok farklı. Birbirleriyle yakın olan Ali Akay’dan bir Murat Belge eleştirisi beklerdim, hâlâ bekliyorum.
[69] Belge’nin TG Kitab’ının son yazısı bir spor söylemi ile ilişkili: Spor Söylemi, Cumhuriyet, 21 Temmuz 1982. Kitab’da 450. sayfada. Nazire olsun diye ben de bir spor teminolojisi ile bitirdim Kitab’ın eleştirisini.
[70] Bundan sonra PK olarak kısaltılacak. Bu gazete ekinde garip bir tarihleme yanlışı var. İlk sayının künyesinde “24 Ağustos 2003 Sayı 1” diye yazıyor fakat Ek’in başlığında (logosundaki) ve sayfa başındaki tarih 18 Eylül 2003. Ben bu yazımda sadece 1, 2, 3 ve 4. sayılardaki Murat Belge yazılarını kaynak olarak kullandım. 5. sayıdan sonra ise Belge, artık Türkiye’deki popüler kültürü inceleyeceğini duyurduğu için, tanımı bozuk olanın analizi de bozuk olur mantığı ile tanımsal düzeyde yaptığım bu incelemeyi ilk dört yazı ile sınırlı tuttum.
[71] Aristo için Bkz: Özbek, Ibid, s: 62, dipnot: 27; Lowenthal için: Özbek, Ibid, s: 82, dipnot: 51 ve Batmaz, Popüler Kültür Üzerine Değişik Kuramsal Yaklaşımlar, 1981; Goethe için: Lowenthal, Ibid, s: 18-19. Hâttâ, Erol Mutlu’nun da İletişim Sözlüğü’nde (Ark Yayınevi, Ankara 1994, s: 182) alıntıladığı şu cümle belki de popüler kültür tarihini en veciz olarak ifade etmektedir: “İnsan sanattan popüler kültür alanına geçtiğinde, ‘güzele ait’ olandan eğlenceye girmiş demektir.” Leo Lowenthal, Historical Perspectives on Popular Culture, American Journal of Sociology, 55, 1950 ss: 323-332.
[72] Bu konuda çalışacaklara şu kaynakları öneririm: Gans, J. Herbert, Popular Culture and High Culture, Basic Books, New York, 1974; Lewis, H. George, Side-saddle on the Golden Calf : Social Structure and Popular Culture in America, Pacific Palisades, Good Year, 1972; Lewis, H. George, The Sociology of Popular Culture, Current Sociology, ISA, Vol. 26, no. 3, Winter 1978. Bu kaynakların çok kaba özetleri için ayrıca Bkz: Bu kitabın ilk yazısı.
[73] Raymond Williams’ın T.S. Eliot üzerine çok güzel bir makalesi var, Culture and Society 1780-1950, Pelican Books, London, 1977, ss: 224-238’da. Elit toplum ile uğraşan T.S. Eliot’un popüler veya alçak kültürle ilişkisinden bahsetmiyor bu makalesinde Williams. Sadece Eliot’un kültürü “herşey” olarak tanımladığını söylüyor. Bunu da bu yazıda daha önce gördük.
[74] Özbek, Ibid, s: 92, dipnot: 63. Bu anlamda kitle kültürü de epey eski; endüstri devriminin çok öncelerine götürülebilir. Nitekim, R. Williams, bizim bir kitle kültürü olarak gördiüğümüz reklam olgusunun tarihini 3000 yıl önceki Teb kentinindeki papirüslere, gladyatörlerin vücut boyalarına, Roma’da Forum meydanında dağıtılan bildirilere kadar götürüyor: Problems in Materialism and Culture, Verso, London, 1980. s: 170
[75] Lowenthal, Ibid, ss: 29-30’dan özetledim.
[76] Bu kitapta Popüler Olan Kültür başlıklı yazıma bkz.
[77] Bu konunun açımlanması için bu kitaptaki İkinci Bahar başlıklı yazıma bakılabilir.
[78] Murat Belge, özellikle Althusser uzmanı olarak tanınır. Birikim dergisinde uzun yıllar, Althusser’i Türkiye’ye tanıtmıştır. Bu konuda Celal A. Kanat’ın çevirisini yaptığı Althusser’in Kapital’i Okumak kitabına yazdığı önsözdeki şu alıntı, isim vermese de, bizzat Murat Belge’yi hedeflemiştir: “Althusser asıl çarpıcı tezlerini ileri sürdüğü dönemde (1960-68) ülkemizde mutlak bir ‘meçhul’ konumundaydı; sonraları, tezlerinden bir kısmını geri almaya, düzeltmeye, ‘tashih’ etmeye başladığı dönemde ise büyük ölçüde ‘meşkuk’ [şüpheli] bir statüye oturtulmuştu. Bu; -yazık ki- bütün çağdaş düşünsel etkinliklerden yalıtlanmakla kalmayıp, üstelik –daha da yazık ki- çağımızı hazırlayan büyük ve görkemli düşün dalgalarından bile uzak, bilisiz kalmayı ‘başarabilen’ ülkemiz aydınlarının çoğu için ve bu arada –üzücü bir saptama olarak yazmak zorundayım- Marksistliğini deklare etmiş aydınların büyük çoğunluğu için, olsa olsa, doğal sayılmalıydı.” (Bkz: Celal A. Kanat, Sunuş: Bir Althusser Okuması Olarak Kapital’i Okumak, Louis Althusser, Kapital’i Okumak, (Çev: Celal A. Kanat), Belge Yayınları, İstanbul, Birinci Baskı, 1995 içinde, s: 8.) 1976 yılında Althusser üzerinden Gramsci’yi eleştirerek Leninci bir taraf tutan Belge [o zamanlar Leninci olmadığını bugün kolaylıkla reddedebilir Belge, ancak yazdıkları belge niteliğindedir ve elimizdedir], 1989’da Genel Yayın Müdürlüğünü Sadun Aren’in yaptığı Marksizm ve Gelecek dergisine (Sayı: 1) yazdığı bir yazıda Gramsci’yi savunmakta ve “dialektik materyalizmin kaynaklandığı Hegel felsefesiyle birlikte geçerliliğini yitirdiğini” (s: 18) ilan etmektedir. Bu yazısında bizim konumuza ilişkin de bir saptama yapmaktadır: “Sosyalizm popüler olmaktan korkmamalıdır.” (s: 16). Bu önerme tam da, “sosyalistlerin iktidara gelmeden önce, toplumda popüler olarak hegomonya kurmayı” teorileştiren Gramsci’ci bir önermedir. Kısacası, 1976’da Gramsci’yi Leninciliğe karşı sol sapma yapmakla eleştiren Belge, 1989’da Gramsci’ci olmuştur. Belge’nin bu durumunu daha da açıklığa kavuşturan yine benzeri bir eleştiri için Bkz: Mehmet Gündüz, Gramsci, İdeoloji, İktidar, Yapıt Toplumsal Araştırmalar Dergisi, Dost Yayınları, Ankara, Sayı:47-2, Aralık Ocak 1983-84. Gündüz şöyle diyor: “Birikim Yayınları, 1976 yılında Althusser’den yayınladığı ve Murat Belge tarafından ‘yayına hazırlanan’ Lenin ve Felsefe adlı kitapta biraz sıkça ve gereksiz olarak yaptığı dipnotlu müdahalelerden birinde, Gramsci ile ilgili şöyle bir yargı ileri sürmektedir: ‘Gramsci ve Lukacs böylece Marksizmin bilimini yadsıyarak bir sol sapma içine girdiler ... Lenin, bu dönemde Gramsci-Luxemburg-Lukacs çizgisini sol sapma olarak suçladı ... Burada önemli bir hata vardır. O dönemde ‘Gramsci-Luxemburg-Lukacs’ çizgisi diye bir çizgiden söz edilemez. Ortak bir çizgi yerine tersine işaretler vardır.” (s: 76) Gerçekten de hem Kanat, hem Gündüz açık olarak Murat Belge’yi Althusser’i anlamamakla suçlamışlardır. Ancak okuma özürlü entelejansiyamız, medya batağına battıkça, Murat Belge’nin neyi okuyup neyi doğru anlattığı bir kenara, neyi tanımlayıp neyi tanımlamadığına bile dikkat etmez biçimde derin bir hipnozla Belge ve tilmizlerini takip etmişlerdir. Kısacası, Belge’nin tanımsızlıklarına ve kuramsal karakuşîliklerine sadece kültür ve popüler kültür konularında rastlanmaz. Kanat ve Gündüz’e katılmakla birlikte, ek olarak ben Belge’yi tutarsızlık, pragmatizm ve kuramsal/kavramsal/tanımsal yanılgılar içinde biri olarak tanımlıyorum. Ne yazdığını bir daha okumayan ve Allah ne verdiyse, kuldan esirgemeyen biri Belge.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder